6 Aralık 2021 Pazartesi

 

SON ADA/ ZÜLFÜ LİVANELİ/ KASIM 2021 HAVALI OKURLAR



KİTAP HAKKINDA

"Zülfü büyük kapıdan bu romanıyla girmiştir."
-Yaşar Kemal-

Son Ada'nın adsız anlatıcısı, adını kendisinin koyduğu bu yeri "son sığınak, son insani köşe" olarak niteliyor. Anlattığı, nerdeyse bir ütopya: "Herkes elinden geldiği kadarını, içinden geldiği kadarını yapıyordu." Ancak bu durum uzun sürmez: Ülkenin darbeci başkanının emekliliğini huzur içinde geçirmek için adaya yerleşmesi, bu cennet adada yaşayanların huzurunu kaçıracaktır.

Başkan, Son Ada'yı her tür "anarşi"den kurtarmaya kararlıdır. Adanın halinden hoşnut toplumunu "çoğunluğun oyları neyi işaret ediyorsa onu yaparak" oluşturduğu "kurul"lar eliyle yönetmeye, adanın ağaçlıklı yolunu "park ve bahçe geleneklerine göre düzenlenmiş" bir hale getirerek başlar. Görünüşte her şey demokratik geleneklere uygundur.

Ütopya tam bir distopyaya dönüşürken, başta martılar, bu gidişe başkaldıranlar da vardır...

"Livaneli'nin bu benzersiz yaratıcı romanında, insan yapısı otoriteyle karşı karşıya... Yazar bizi dünyamız üzerinde yeniden düşünmeye çağırıyor. Mutlaka okunmalı."
-Prof. Lenore Martin, Harvard Üniversitesi-

"Romanı bitirdiğinizde, bir yurdu yok eden kişilerin, küçük bir adayı da kolaylıkla yok etmesinin doğal olduğunu anlıyorsunuz."
-Hasan Akarsu, Cumhuriyet-
(Tanıtım Bülteninden )

 

ZÜLFÜ LİVANELİ KİMDİR?

Ömer Zülfü Livanelioğlu (d. 20 Haziran 1946, Ilgın, Konya) veya daha çok bilinen adıyla Zülfü Livaneli, Türk müzisyen, senarist, politikacı, yazar ve film yönetmenidir.

Ömer Zülfü Livanelioğlu, 20 Haziran 1946'da Konya'nın Ilgın ilçesinde dünyaya geldi. Livanelioğlu ailesinin büyük dedeleri Ömer Efendi 93 Harbi’nde Artvin’in Ermeni ve Rus işgaline uğraması üzerine Erzurum’a gelerek Ahmet Muhtar Paşa’nın ordusuna katılmıştır.

 

Ömer Efendi Harput Redif Taburu’na mülazım rütbesiyle atanır. Daha sonra burada çıkan çatışmada şehit düşer. Ömer Efendi’nin tek oğlu olan Zülfü Efendi, Türkiye’nin muhtelif yerlerinde sorgu hâkimi olarak görev yapar. Soyadı Kanunu çıktığında, babasının geldiği Artvin/Yusufeli/Livane Sancağı'na izafeten Livanelioğlu soyadını alır. Zülfü Efendi’nin oğullarından üçü de hâkim olmuştur. En büyükleri ve Zülfü Livaneli'nin babası olan Mustafa Sabri Livanelioğlu, Yargıtay Başkanvekilliğine kadar yükselmiştir.

ABD Fairfax Konservatuvarı'nı bitirmiştir. Zülfü Livanelioğlu bağlama çalmayı teyzesi Nazmiye (Türeli) Yücel'in eşi olan eniştesi Turhan Yücel'den, Ilgın'da yaşadığı yıllarda ve yaz tatillerinde öğrendiğinde, eniştesi Turhan Bey'in kendisine hayatını değiştirecek bir sermayeyi hediye ettiğinden haberi yoktu.

 

Zülfü Livaneli, müziği ile birçok ulusal ve uluslararası ödül aldı ve eserleri Joan Baez, Maria Farantouri, Maria del Mar Bonet, Leman Sam, Sezen Aksu gibi yerli ve yabancı sanatçılar tarafından yorumlandı. Kültür, sanat ve politika alanında Türkiye’nin önemli isimlerinden birisi olan sanatçı, sanat yaşamı boyunca 300'e yakın besteye ve 30 film müziğine imzasını attı.

 

Türkiye'den ansızın ayrılarak İsveç'e sürgün yıllarında muhtelif işlerde çalışan Livaneli'nin en büyük arzusu bir gün Türkan Şoray ile tanışabilmek ve o zaman Türkiye'de suçlanan kişilerin uğrak yeri hâline gelen İsveç'te bulunan ünlü yazar, gazeteci veya şairlerle karşılaşabilmekti.

 

Bugüne kadar dört uzun metrajlı film yönetti: "Yer Demir Gök Bakır", "Sis", "Şahmaran" ve "Veda". Valencia Film Festivali'nde "Altın Palmiye" ve 1989'da Montpelier Film Festivali'nde "Altın Antigone" ödüllerine layık görüldü. "Sis", "En İyi Avrupa Film Ödülü"ne aday gösterildi. Sanatçının filmleri Türkiye, ABD, Fransa, Almanya, İsviçre ve Japonya'da gösterime girdi ve BBC, WDR, İspanya, Kanada ve Japon televizyonları gibi birçok televizyon şirketine satıldı.

 

Ekim 1986'da Cengiz Aytmatov'un daveti üzerine Federico Major, Yaşar Kemal, Arthur Miller ve diğer ünlü sanatçı ve düşünürlerin katıldığı Kırgızistan ve daha sonra Wengen, Granada ve Mexico City'de toplanan Issyk-Kul Forumu'nda yer aldı.

 

Livaneli; Elia Kazan, Jack Lang, Vanessa Redgrave, Arthur Miller, Mikis Theodorakis gibi ünlü kişilerle birlikte dünya kültürünün ilerlemesi ve dünya sanatlarının gelişmesine katkıda bulunmak üzere çalışmalarda bulundu.

 

1996 yılında Paris’te merkezi bulunan UNESCO (Birleşmiş Milletlerin Eğitim Kültür Bilim Kurulu) tarafından büyükelçilik verilen sanatçı Livaneli, 1978 yılında yaptığı "Nazım Türküsü" adlı albümde Nâzım Hikmet'in şiirlerinden bestelediği şarkıları bir araya getirdi.

 

"Arafat'ta Bir Çocuk", "Geçmişten Geleceğe Türküler", "Sis", "Orta Zekalılar Cenneti", "Diktatör ile Palyaço", "Sosyalizm Öldü mü", "Engereğin Gözündeki Kamaşma", "Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm", "Mutluluk", "Leyla'nın Evi", "Sevdalım Hayat", "Son Ada", "Sanat Uzun, Hayat Kısa", "Serenad" veKardeşimin Hikâyesi kitaplarının yazarı olan Livaneli, uluslararası kültür çevrelerinde tanınmakta ve saygı görmektedir.

 

19 Mayıs 1997 tarihinde, Ankara Hipodrom meydanında verdiği konsere 500.000 kişinin katılmasıyla Türkiye'nin en büyük konserini gerçekleştirme unvanını kazanmıştır.

Ömer Zülfü Livaneli, Ülker Livaneli ile evlidir ve Aylin Livaneli adında bir kızı vardır. Kızı Aylin Livaneli eğitimi ve yaptığı pek çok işten sonra müzik ile ilgilenmiş ve beş albüm çıkarmıştır. Müziğe ara veren Aylin Livaneli şu an yurt dışında ekonomi üzerine eğitim almaktadır. Yayımlanmış 3 kitabı bulunmaktadır. Livaneli vejetaryendir.


KİTAPTAN ALINTILAR

“Doğrudur; kitap okumak karın doyurmuyor. Ancak karnı tok, beyni boş adamlardan çektiğimiz kadar hiç kimseden çekmedik.”

“Bir yerde kötülük varsa, oradaki herkes biraz suçludur.”

“Hayattan öğrendiğim bir şey var. Her yerde kötülük çok kuvvetli ve zor yeniliyor. İyilik daha zayıf kalıyor.”

“Ah unutulmuşluk, terk edilmişlik... Ah yalnızlık!”

“...yüreğim sızlayarak seni özlediğimi bilmeni isterim.”

“Hayaller sadece avunmak, çaresizlik duygumu kısa bir süreliğine dindirmek içindi.”

“Şiir silahtan güçlüdür!”

“Yasak tanımaz rüzgar

Zincir vurulmaz martıya

Bir de insan kalbine.”

"Kendi sesin! İşte en önemli şey bu. Senin sesin! Dünyada hiçbir tarza, hiçbir modaya oturtulamayacak kadar senin olan bir üslup. Elin gibi, gözün, bakışın, gülüşün gibi senden bir parça.”

“Her devrim kurban ister!”

“Aynı denizde, aynı çevre koşullarında yaşayan köpekbalıklarının kötü, yunusların iyi olmasını neyle açıklayabilirdik?”

“Keşke hayat, masallarda ki gibi olsa…”

“Peygamberi dağa doğru koşarken görenler, “Ey İsa, aslandan, kaplandan mı kaçıyorsun?” diye sormuşlar. “Ben peygamberim, aslandan, kaplandan korkmam.” “Peki neyden kaçıyorsun?” “Ahmaklardan kaçıyorum çünkü onlarla baş edemem.”

“Siyasetle ilgin olmadığını biliyorum ama yaşadığın dünyaya gözlerini bu kadar kapamaya hakkın yok.”

“Evet, yürekleri nasır bağlamış bu insanların.”

“İnsan yüreği çok karanlık, çok karmaşık…”

“İnsanlar eşit değildir. Güçlüler ve zayıflar vardır ve hayat bunlar arasındaki mücadeleden ibarettir.”

“Çünkü bunalan insanların, yalan bile olsa bir umuda sığınma ihtiyaçları, gerçeği söyleyenlerden  nefret etmesine yol açıyor.”

“Aslında biz bu yaşamın güzel olduğunu düşünmüyorduk bile artık; o kadar alışmıştık ki, yaşayıp gidiyorduk işte.”

“İçimde bir şeyin kırıldığını hissettim. Hem de bir daha onarılamayacak biçimde…”

"... insanlar mı olaylara göre değişir, yoksa olaylar mı insana göre oluşur..."

“Geçip giden yıllar, saçlara düşen aklar, anlatılamayan duygular...”

"Biz insanlar evren hakkında düşünürüz, yargılara varırız ama evrenin bizim hakkımızda ne düşündüğünü hiç merak etmeyiz."

"Öfke ve isyan yüklü bir çığlıktı bu; dünyanın bütün haksızlıklarına, bütün zulümlerine karşı atılmış müthiş bir çığlık."


YORUMLARIMIZ

“Bir yerde kötülük varsa, oradaki herkes biraz suçludur.”
Kendilerine yaşanabilir bir dünya kurmak için küçük bir adaya yerleşen insanların başına gelenleri anlatan bir roman Son Ada.. Çam fıstıklarını satarak, balıkçılık yaparak ve küçük bahçelerine ektikleri sebzelerle, kendi hâlinde yaşayıp giden insanların huzurlu sakin hayatları…

 

40 haneden oluşan adada yaşayan insanlar, günlük hayatın ve toplumsal sistemin tüm sıkıntılarından uzaktadır. Lara ile 36 Numara, kötü giden ve kaygılarla dolu hayatlarından kaçıp, beraber bu adaya sığınmışlardır. Emekliye ayrılan bir devlet başkanının adaya gelip yerleşmesine kadar herkes huzur içinde ve stresten uzak, doğal bir yaşam sürmektedir. İnsanların, adada yaşayan martılarla yazısız bir anlaşmaları vardır. Bu anlaşmaya göre iki taraf da birbirinin hayatına müdahale etmemekte ve barış içinde yaşamaya devam etmektedir. Bir gün Başkan, aile ve adamları Ada’ya gelip yerleşirler ve o günden sonra bir dönüşüm başlar. Önce ağaçlar kesilir. Ağaçların kesilmesine karşı çıkan adalılardan sonra Başkan, var olan düzenin bozuk bir düzen olduğunu ve anarşinin hâkim olduğu bu Ada’da bir yönetim kurulu oluşturularak demokrasinin getirilmesi gerektiğini önerir. Başkanlık komitesi bir kurallar listesi yayınlar ve kurallara uyulmadığı takdirde halkın cezalandırılacağını belirtir.


Başkan tüm bunlarla yetinmeyip, bir tehdit olarak gördüğü martılara karşı savaş açmaya karar verir.  Ardından başlayan martı ve martı yumurtaları katliamı martıların da adaya ve insanlara zarar vermesiyle devam eder. Bunu terör olarak tanımlayan Başkan, adaya martı yumurtaları ile beslenen tilkileri getirir. Ekolojik dengenin bozulmasıyla adada artan yılan sayısı insan hayatını tehlikeye atar. Yılanları da avlaması için adaya leylekler ve leyleklerin yuva yapması içinde uzun direkler getirtilir. Yılanları öldürmek için kokusu çok kötü olan zehirler getirilir, yasemin kokulu ada pis kokmaya başlar, zehirler içme suyuna karışır, insanları hasta eder. Bunun da yetmemesi üzerine ormanda kontrollü bir yangın çıkarılır ve adanın büyük bölümü yangına teslim olur. Başkan, Lara, Yazar ve 36 Numara’nın ona karşı geldikleri ve hakaret ettikleri gerekçesiyle tutuklanmasını emreder. Tam o sırada bakkalın oğlu koşarak Başkan’a saldırır ve beraber uçurumdan yuvarlanırlar. Ardından Başkan’ın adamları adadan ayrılır ve askerlerle beraber geri dönerek tüm ada sakinlerini zincire vururlar. Başkan’ı öldürme eylemini kimin gerçekleştirdiğini öğrenmek için hepsini alıp hapishaneye kapatırlar. Anlatıcı, Yazar ve Lara’dan bir daha haber alamaz ve roman onun pişmanlık dolu sözleriyle sona erer. Savaşın kazananı birlik olmayı başaran martılardır.

Romanda demokrasi kavramına farklı bir bakış açısı getirilmiş. Demokrasi her zaman demokrasi değildir. Seçebiliyor olmak, demokrasinin doğru işleyeceği anlamına gelmiyor bazen. Sonuçları beklendiği gibi olmayabiliyor.

Yine romanda kişisel ve politik çıkarlar yüzünden doğaya verilen zararların ne boyutlarda olabileceğine yönelik göndermeler yapılmış. Korkunun, açlığın insan üzerinde ne derece etkili bir tehdit olduğu vurgulanmış. Yanlışı yanlışla düzeltmenin sonuçlarının maddi manevi zararlarına dikkat çekilmiştir.


Romanın gerçek hayatla ilişkisi ideolojik boyutta olup  12 Eylül darbesi ve ardından yaşananlara gönderme yapmaktadır. Halktan kişilerin çeşitli sebeplerle tutuklanmaları, tarihsel olarak darbe sonrası ülkede yaşanan kaos ve haksız yargılama süreçlerini akla getirmektedir. Kitapta darbecilikten ve ya faşizan bir yönetimden söz edilmemiştir. Aksine basit bir dil kullanılarak ipuçlarıyla okura sorgulama imkânı tanımıştır. Alımlama esteği kuramının ustaca işlendiği romanda Yazar adlı karakter şöyle diyor anlatıcıya:“Kelimeleri güzelleştirerek ya şiddetlendirerek, güzel tasvirlerle insan hallerini anlatmaya kalkma. Sen anlat, gerisini okur kafasında tamamlasın.” Zülfü Livaneli de tam da bunu yaparak bıraktığı anlamsal boşlukları okuyucunun doldurmasını istiyor. Kahramanlara isimleri verilmemiş ve bunu okuyucunun yapması bekleniyor.

 

Yaşar Kemal’ bu roman hakkında düşüncelerini ifade ederken “Zülfü yepyeni bir ustalık, yepyeni bir roman getirmişti. Beklemediğim bir yenilikti. Önce zalimliği gözükmeyen bir zalim. Gururlu ama gururu hiç belli değil. Zülfünün romanlarındaki inceden ince psikolojiyi bulmak kolay değil. Onun romanları zenginliktir. Bu romanda yaşam kadar canlılık vardır. Her romancıya nasip olmaz.” Diyor  ve ekliyor  “Zülfü büyük kapıdan bu romanıyla girmiştir.”

 

“Neyse ki her zaman el değmemiş bir son ada vardır.”

Keyifli okumalar/ Demet


2 Kasım 2021 Salı

 2021 YAZ KİTAPLARIMIZDAN 

( KUSURSUZ KADININ PEŞİNDE/ PSİKANALİTİK ÖYKÜLER-3

VAMIK D. VOLKAN VE J. CHRİSTOPHİER FOWLER)


KİTAP HAKKINDA

Kusursuz Kadının Peşinde, dünyaca ünlü psikiyatr Vamık Volkan'ın analiz öykülerinden biri. Bu kez terapi koltuğunda, yaşamı boyunca "ideal" kadını aramış 57 yaşındaki başarılı işadamı Hamilton var. Vamık Volkan, kitapta Hamilton adıyla andığı analizanıyla, 5 yıldan uzun süren analiz öyküsünün tümünü detaylarıyla anlatıyor. Kusursuz Kadının Peşinde, daha önce okurlarla buluşmuştu. Genişletilmiş bu basımı diğerlerinden ayıran, meslektaşı J. C. Fowler'ın Vamık Volkan'la yaptığı, öykü boyunca süren ve analize ışık tutan söyleşisi. Bu kitap: Psikanaliz sürecinin neleri ortaya çıkardığını ve insan yaşamını nasıl değiştirdiği ortaya koyan bir kaynak. Bizlerin yaşamıyla da bağ kurarak hayatımızı gözden geçirmemizi sağlayan, çocuklarımıza "işkence odaları" yaratmamız için bir uyarı. Sadece bireysel geçmişimizin değil, tarihsel olayların da öznel yaşamımızı etkilediğini gösteren bir örnek. "Bir insan yıllarca, haftada dört kez bir psikiyatra neden gider"in yanıtı. Psikiyatri öğrencileri ve meraklıları için, usta bir psikiyatrın analiz sürecinde nasıl davrandığını, nelere dikkat ettiğini, analizanıyla nasıl bir ilişki kurduğunu gösteren doğru bir kaynak. "Umarım benim gibi, okur da Hamilton'un iyileşmek için büyük cesaretle verdiği savaşıma hayran kalacak ve duygulanacaktır." Vamık D. Volkan

VAMIK D. VOLKAN KİMDİR?

Vamık Cemal Volkan (1932, Lefkoşa), Kıbrıs Türkü psikiyatri profesörü.

Lefkoşa'da dünyaya geldi. Kıbrıs İslam Lisesi'nde okudu; son sınıftayken çıkan isyanla adı değişen Kıbrıs Türk Lisesi'ni bitirdi. Türkiye'ye geldi, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden 1956'da mezun oldu. Türk vatandaşı olamadığı için çalışma şartları zordu.

Chicago'ya gitti. Üç ay sonra babasından gelen mektupta, en yakın arkadaşının Kıbrıs'ta bir eczanede milliyetçi Rumlar tarafından öldürüldüğünü anlatan gazete kupürü çıktı. On yıl Türkiye ve Kıbrıs'a dönemedi.

2002'ye kadar 45 yıl Virginia Üniversitesi'nde ders verdi. 18 yıl üniversite hastanesinin başhekimliğini yaptı.

Kırk kitap çalışması yaptı ve 400'ü aşkın bilimsel makale yayımladı. Psikolojik çatışma ve kimlik konularında sayısız araştırma ve saha çalışması gerçekleştirdi. Psikopolitik teoriler ve dünyanın sorunlu birçok yerinde barış için yaptığı çalışmalar nedeniyle Nobel Barış Ödülü'ne aday gösterildi. Ayrıca yazar Ferhat Atik tarafından biyografisi "Kendi divanında bir psikanalist" isimli kitapta yazılmıştır.

2002 yılında emekliye ayrıldıktan sonra yılın 4 ayını Kıbrıs'taki evinde geçirmektedir. Prof. Volkan Tel Aviv Yitzak Rabin Merkezinin ilk konuk bilim adamıdır. Boston Hukuk fakültesininde aynı şekilde konuk profesörüdür.

Kitapları:

  • Nesne İlişkileri Kuramı Çevresinde Gelişim ve Organizasyon (1992)
  • Psikanaliz Yazıları (1992)
  • Politikal Psikoloji
  • Etnik Terörismin Psikolojisi (1993)
  • Depresyonun Psikodinamik Etiyolojisi (1994)
  • Psikoanaliz Öyküleri
  • Bilinçdışında Kardeşler ve Psikopatoloji
  • Ölümsüz Atatürk: Yaşamı ve İçdünyası
  • Türkler ve Yunanlar (1994)
  • Kanbağı: Etnik Gururdan Etnik Teröre (2000)

Psikoanaliz kitapları:

  • Kozmik Kahkaha (2002)
  • Atlarla Yaşayan Kadın (2003)
  • Kadın Tiryakisi olan Adam (2004)
  • Psikoterapide Nesne İlişkileri (2007)
  • Özsevinin Dokusu (2007)
  • Fanustaki İnsanlar (2009)
  • Divanda Kılıç Dövüşü (2010)
  • Gidenin Ardından
  • Kayıptan Sonra Yaşam

Politik psikoloji kitapları:

  • Kimlik Adına Katillik (2007)
  • Kıbrıs-Savaş ve Uyum (2008)
  • Osmanlı’nın Yasından Atatürk’ün Türkiye’sine: Onarıcı Liderlik ve Politik Psikoloji (2010)
  • Atatürk/Anatürk: Mustafa Kemal’in Yaşamı, İç Dünyası, Yeni Türk Kimliğinin Yaratılışı ve Bugünkü Türkiye’deki Kimlik Sorunları (2010)


KOZMİK KAHKAHA

Çocukluğunda geçirdiği örseleyici deneyimlerin izleriyle başa çıkmaya çalışan Jane in öyküsünü anlatıyor.

Psikanalitik tedavi sürecini, psikiyatri dışındaki insanlar tarafından anlaşılıp değerlendirilmesini sağlıyor.

Jane nin uzun ve zahmetli psikanaliz yolculuğu, cinselliğe, hayata, aşka, kendisi ve başka insanlarla ilişkilerine bakışını değiştirmesinin, hayatı “yük” olmaktan çıkarıp yaşamaya değer kılmasının öyküsü.

 

DİVANDAKİ DÜŞMANLAR

Siyaset psikolojisi ve  anı kitabında Vamık VOLKAN , okuru savaşın dünyasına götürüyor. Ofisinden çıkıp daha geniş bir dünyaya atılan nadide bir psikanalist VOLKAN.  Liderlerin akıl dışı şiddeti teşvik etmek için seçilmiş travmaları nasıl kullandıklarını, gelecekte yaşanabilecek şiddet olaylarını engellemek için ise toplumların yas tutmaya ihtiyacı olduğunu anlatıyor.

KÖRÜ KÖRÜNE İNANÇ

Bosna savaşından İsrail –Filistin çatışmasına, köktenci terörden 11 eylüle ve intihar bombacılarına dek hepimizi yakından ilgilendiren sorunları inceliyor.

Atatürk ten Stalin e, Mandela dan Miloseviç e, Bin Ladin den Bush a toplumları yönlendiren liderler ve kişilikleri üzerine eşsiz bir inceleme.

ATATÜRK ÜN PSİKANALİTİK BİYOGRAFİSİ

ÖLÜMSÜZ ATATÜRK

ATLARLA YAŞAYAN KADIN

“Kocaman kötü leke” diyor kendisine bu kadın. Uzun zamandır atlarla ve diğer hayvanlarla uyuyor.kıyafetindeki hayvan pisliği lekelerini çıkarmıyor. Şizofreni tanısı konulmuş genç bir kadını anlatıyor.

KAYIPTAN SONRA YAŞAM

Neden bazılarımız yasın tamamlanması için gereken acı verici ve zorlu psikolojik uzlaşmaları yapabiliriz de bazılarımız yapamaz?

Neden bir zamanlar en yakınımızın ölümü ya da boşanma gibi daha yıkıcı kayıpların yasını tutabilmişken, yaşamımızın bir döneminde bir evcil hayvanın ölümü yada çocoğun üniversiteye gitmek için evden ayrılışı bizi keder içinde bırakır ve bir teselli bulamayıp kendimizi kolumuz kanadımız kırılmış gibi hissederiz?

Yas ve keder ile yaratıcı süreç arasındaki bağlantıları açıklıyor.


KİTAPTAN ALINTILAR

"kadınla ilk çıktığında onu melek olarak görüyordu. Ne var ki zaman içinde kadın onun gözünde tam tersi oluyor, melek şeytana dönüşüyordu."

"Bir kadın bir an 'melek' oluyor, hemen ardından bir 'cadıya' dönüşebiliyordu. Aynı kişi nasıl olup da aynı anda hem sevilen bir 'melek' hem de nefret edilen bir 'cadı' olabilirdi?"

"Veikko Tâhkâ’ya ( 1984 ) ya göre, kişi yitirdiği birinin veya bir şeyin ardından yasını başarılı bir şekilde tamamladığında, o yitirilmiş bireyin veya şeyin imgesi yas tutanın zihninde “geleceksiz” bir anı haline gelir..."

"...çocukluğunun "iyi” ve "kötü" annelerini temsil ediyordu."

"Atalarımızın savaşlarda çektiği ıstıraplar onların ölümüyle yada savaşın bitmesiyle ortadan kalkıvermez, etkisini çocukları üstünde sürdürürler..."

"... anne-babamızı ve hangi tarihsel olayların içine doğduğumuzu seçemeyeceğimizi bir kez daha anımsatır. Bununla birlikte, kendi çocuklarımıza karşı davranışlarımızın bütün sorumluluğunu üstlenebilir ve onların çocuk Hamilton'un sık sık gönderildiği işkence odasını tanımamalarını sağlayabiliriz."

"Bir kadın onu reddettiğinde asla ondan vazgeçemiyordu."

"...Hamilton bir oyun yazarı gibiydi; ancak bir tekrarlama zorlantısının ağır baskısı altındaydı. Birçok farklı karakterin( örneğin kadınları) olduğu çok sayıda oyun yazıyordu,,, ancak oyunları aynı sonla biten aynı öyküye odaklanıyordu."

"...Hamilton'un yüzünde korkmuş bir çocuğun yardım çağrısını görüyordum. Bu, bazı çökkün kişilerin sergilediği o yoğun 'çaresiz yakarış'tı."

"Yaşamının törenlerle dolu olduğunu fark ediyordum, hem de saplantı boyutta..."

"...Görüyorsunuz ki anne-babasının onu cezalandırması onun aklını çok karıştırmış."

YORUMLARIMIZ

KUSURSUZ KADINI ARARKEN KENDİNİ BULAN ADAMIN HİKAYESİ

Dr. Volkan Hamilton’un bu bağımlılığını anlamak için çocukluk yaşamına Hamilton un hayatındaki ilk kadınlarla olan ilişkisini inceliyor.

Ailenin üçüncü çocuğu olan Hamilton sadece on sekiz ay boyunca evin bebeği olarak kalabiliyor. Annesinin memesinden, sütünden mahrum kalması ve sonunda da annesinin uzunca bir zaman süren lohusa depresyonuna yakalanmasıyla Hamilton ilk reddedilmişliği, ilgisizliği, sevgisizliği tatmıştır.

Hamilton annesinde kaybettiği ilgiyi, şefkati, bakıcısı Abigalli de bulmuştu, fakat bu da kısa sürdü. Abigail bir Cuma izne çıkar ve bir daha dönmez.

Dört yaşındaki küçük adam bir kez daha terk edilmişti. Kimse kalbinde açılan yaranın farkında değildi.

Yaşamının geri kalanını sevilmiş ve terk edilmiş olma psikolojisini korumuş ve simgesel olarak bu örtüyü tekrarlayıp durmuştu.

Hamilton ı kendisi yapan diğer etken ise dönemin çocuk yetiştirme üzerine çalışan Alman doktor Schreber in zorba, şiddet yanlısı önerileriydi.

Hamilton ve ağabeyi “işkence odası” adını verdikleri oda da babası tarafından kayışla işkenceye maruz kalıyordu. Bu işkenceler yüksek ahlaklı çocuklar olmalarının gerekliliği olarak görülmekteydi. Annesinin bu şiddete sessiz kalışı, kimi zaman babayı şiddet uygulamaya teşvik edişi anneye karşı öfke duymasına neden oluyordu.

Babası “bu senden çok benim canımı acıtıyor” diyordu.

Kitap genel itibariyle çocukluk döneminde yaşanılan olayların insanın geri kalan yaşamına nasıl yansıdığı üzerinde duruyor. Çocuğun gelişiminde sevgi ve şefkatin ne kadar önemli olduğunu vurguluyor.

Kitap mutlu sonla bitiyor.

Hamilton kadınını buluyor ama “kusursuz” değil, herkes gibi.

 

183. Sayfa Veikko Tahka ya göre, kişi yitirdiği birinin veya bir şeyin yasını başarılı bir şekilde tamamlamadığında, o yitirilmiş bireyin veya şeyin imgesi yas tutanın zihninde “geleceksiz” bir anı haline gelir…

Keyifli okumalar/ Demet

30 Ekim 2021 Cumartesi

 2021 YAZ KİTAPLARIMIZDAN (EV- NERMİN YILDIRIM)


KİTAP HAKKINDA

Seher, mecburi yol arkadaşı Ogo’yla birlikte, Camino de Santiago yürüyüşünü yapmak üzere yola çıkar. Amacı, yolun sonunda ondan ayrılmak ve eski dostu Kader’le buluşmak için Finisterra’ya geçmektir. Üniversite yıllarından tanıdığı Kader’in sözleri zihninde dönüp durmaktadır: “Dünyanın sonu oradaymış, eskiden öyle inanılırmış. Santiago yolu bittikten, her şey bittikten sonra, okyanus kıyısında, tek başına bir kasaba varmış. Onun da sonunda bir deniz feneri. (…) Yerde yürüyormuşsun ama gökte gibiymişsin. Düşünsene, yıldızların izinden yürüyorsun, yıldızların yerdeki yansıması sensin!” Ancak bu kadim yol çok uzun, Seher’in yükü ise çok ağırdır. Yine de yolun sonuna kadar gitmeye kararlıdır, verilmiş bir sözü vardır çünkü.

Nermin Yıldırım, bu kez sürprizlerle dolu uzun bir yürüyüşe çıkarıyor okurunu. Yol üzerinde türlü çeşit insanla, hayvanla ve fonda durmaksızın uğuldayan okyanusla tanıştırıyor. Kendini evinde hissedemeyenlerin, evlerinden zorla koparılanların, kaçmak zorunda kalanların ve hiçbir yere sığınamayanların dünyasına ortak ediyor. Romanlarında okuru aile, toplum ve bellek ekseninde yolculuklara çıkaran Yıldırım, duyarlı sesi, nüktedan ve kıvrak diliyle hafızanın iplerini kâh salıp kâh sararak sımsıkı bir yumak oluşturup hayatlarımıza farklı gözlerle bakmamızı sağlıyor. /Alıntı

 

NERMİN YILDIRIM KİMDİR?

Nermin Yıldırım 7 Mart 1980 yılında Bursa'da dünyaya geldi. Anadolu Üniversitesi İletişim Fakültesi Basın Yayın Bölümünden mezun oldu. Bir çok gazetede ve dergilerde muhabir, editör ve köşe yazarı olarak çalıştı. İlk romanı olan Unutma Beni Apartmanı 2011 senesinden yayınlandı.

Bundan sonra Rüyalar Anlatılmaz, Saklı Bahçeler Haritası, Unutma Dersleri, Dokunmadan, Misafir kitapları izledi.

Nermin Yıldırım kitapları Romanca, Sırpça, Fransızca, Çinçe, Arapça gibi bir çok dile çevrildi. Uluslararası Edebiyat projelerine katıldı ve çeşitli ülkelerin yazarları ile ortak çalışmalar yaptı. 2013 senesinde KÖLN Kültür dairesi daveti ile KÖLN'e 2015 senesinde ise Sanghay Yazarlar Derneğinin daveti ile Çin Sanghay'a gitti.

Nermin Yıldırım'ın romanları toplumsal ve kişisel bellek üzerine kurgulanmıştır. Unutma Beni Apartmanı’nda yıllar sonra annesinin sesini ilk kez telefonda duyan Süreyya’nın kişisel hikâyesi üzerinden, Türkiye’nin son yarım yüzyılının hikâyesi anlatılır. "Rüyalar Anlatılmaz" ın odağında ise bir âilenin tarihi var. "Saklı Bahçeler Haritası" nda okur, 1930’lardan 1960’lara kadar geçen süreçte yazılıp günümüze kadar ulaşan esrarengiz mektuplardan hareketle, mektupların sahiplerini olduğu kadar, 20'inci yüzyılın önemli gelişmelerini de takip eder.

2015 senesinde yayımlanan "Unutma Dersleri" romanında ise aşk, hayaller ve aklın cilvelerine dair psikolojik referanslar içeren sürükleyici bir serüven kurguladı.

2017 senesinde yayımlanan "Dokunmadan" romanı Dünya Kitap "Yılın Telif Kitabı" ödülünü kazandı. 2018'de yayımlanan bir sonraki romanı "Misafir" Berlin Film Festivali'nin edebi eserleri sinemaya taşımak amacıyla oluşturduğu Books at Berlinale kategorisinde seçilen 12 eserden biri oldu[4]. Yıldırım'ın "Ev" başlıklı yedinci romanı ise 2020 senesinde yayımlandı.

Uluslararası PEN yazarlar birliği üyesi Nermin Yıldırım, hem Barselona'da, hem de İstanbul’da yaşıyor.

KİTAPLARI:

Ev (2020, Hep Kitap)

Misafir (2018, Hep Kitap)

Dokunmadan (2017, Hep Kitap)

Unutma Dersleri (2015, Doğan Kitap)

Saklı Bahçeler Haritası (2013, Doğan Kitap)

Rüyalar Anlatılmaz (2012, Doğan Kitap)

Unutma Beni Apartmanı (2011, Doğan Kitap)

Yer aldığı öykü antolojileri

Güçoburlar - "Hoş Geldin" adlı öyküsüyle (Hazırlayan: Aslı Tohumcu, Kutlukhan Kutlu, Doğan Kitap, 2015)

Kadınlar Arasında – “Narin Ben Geldim” adlı öyküsüyle (Hazırlayan: Murathan Mungan, Metis Yayınları, 2014)

Öyküden Çıktım Yola - “Kara Kaya” adlı öyküsüyle (Hazırlayan: Remzi Karabulut, Aylak Adam, 2014)

Kar İzleri Örttü - “Kırmızı Kar” adlı öyküsüyle (Hazırlayan: İlknur Özdemir, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2012)

KİTAPTAN ALINTILAR


"Tek başına bir cümle ta nerelerine dokunuyordu bazen insanın."

“Daha kaç kere görebileceğini bilmediği birinin her fırsatta yüzüne bakmalı insan. Seviyorsa tabi.”

"Burası dünya" diye fısıldadım. "Hem tatlı hem ekşi, kekre bir rüya. Burada herkes kaşif sayar kendini, birbirinin bahçesine girer, iz bırakayım derken talan eder. Onları sev ama tutunmaya çalışma.."

“Bir süredir biz kendimle epey kalabalığız...

Topunu içeri tıkıp kapıyı üstlerine kilitlemeyi yıllar boyu pekâlâ becerdim aslında. Hatta kendime saklayacaklarımı, kendimden bile saklayacak kadar ileri gittim...”

“Hep kuzeyi gösteren pusula, yorulunca yaslanacağım baston ,nereye gideceğimi anlamak için açıp bakacağım haritaydı. Yolu gösteriyor, aydınlatıyor ve yürürken elimden tutuyordu. Dostluk da bu değil miydi zaten ,ışığı açmak ve elinden tutmak...”

“Birinin tutup kaldıracağını bildiğinde, düşmek o kadar da korkunç değil.”

“Sahi, pes etmedikçe daha güçlü hissediyor musun yolda kendini? Hayatta peki?”

“İnsanın kendine söylediği yalanların da bir miadı var. Katı olan her şey buharlaşıyor, hayata tutunmak için inanmaya mecbur kaldığımız bütün yalanlar günü gelince açığa çıkıyor. Ve sonra biz ölmüyoruz. Daha kötü bir şey oluyor. Öğrendiklerimizle yaşamaya devam ediyoruz.”

“Bazılarımız ısıtmayı beceremeyen evlerimizi yakıyor, bazılarımız da ısınmayı çoktan geçmiş, hiç değilse donmamak için başımızı sokacak bir dam arıyorduk...”

“Herkes elinde ne varsa onu veriyordu işte birbirine. Kimi selamını, kimi yemeğini, kimi neşesini.”

“Velhasıl bir ömre birden fazla yaşam, bir yaşama birden fazla kadın, bir kadına birden fazla yalan sığdırdım.”

“Dünya böyle bir yerdi; kendine mahsus bir hayal kuramayanlar, başkasının hayali olma ya da başkasının hayalini gerçek kılma peşindeydi. Bütün hayallerin kırılmak üzere kurulduğunu bilmez gibi.”

“Bir şiir var hani. Özdemir Asıf'ın.

Geleceğim, bekle dedi, gitti,

Ben beklemedim,

o da gelmedi.

Ölüm gibi bir şey oldu

ama kimse ölmedi.''

“Neydi ev sahiden? Yeri geldiğinde tren kompartımanlarını, gemi kamaralarını, sokak banklarını, kaplumbağaların kabuklarını, ihtiyarların hatıralarını, çocukların umutlarını yuva yapan neydi? Sığındığımız yer miydi yuva? Gittiğimiz mi, terk ettiğimiz mi, döndüğümüz mü yoksa?”

“Burası dünya. Hem tatlı hem ekşi, kekre bir rüya. Burada herkes kâşif sayar kendini, birbirinin bahçesine girer, iz bırakayım derken talan eder. Onları sev ama tutunmaya çalışma. Yalnız kalmaktan korkup kendi bahçende kaybolma. Söz veriyorum, ben hep yanında olacağım. Sen bana kök vereceksin, ben sana dal saracağım. Başına gelenlere rağmen ve hatta onlarla, hem de doya doya yaşamayı öğreteceğim sana. Seni bir daha hiç bırakmayacağım. Hiç bırakmayacağım…”

YORUMLARIMIZ

Bu kitap benim için çok çekici, yürüyüş isteği uyandıran, Seherin yerinde olsaydım o yürüyüşün hakkından gelebilir miydi mi düşündüren bir roman. Yolla birlikte aynı zamanda içsel bir yolculuk da var tabi. Yolun sonunda- ki oraya ölmeye gitmişti- içindeki çocukla konuşarak ve yanında olduğunu söyleyerek hayata bir kez daha varım diyecekti. Velhasıl ölmedim. Basit ve görkemli hayatımı yaşamaya devam ettim. Korkularla, tereddütlerle ve hepsine rağmen içimde kıpırdanan utangaç bir hevesle. Heves ne güzel kelime.”

Portekiz” de dünyanın sonu denilen yerin olduğunu, kutsal Yakup peygamberin mezarının bulunduğunun var sayıldığı hac yolunu bu kitapla öğrendim ben. O yol boyu rastlanılan insanların her birinin ayrı ayrı hikayesi oluşu da dünyanın hem çok büyük ve zengin bir yer hem de insanın kendinin ne kadar küçük bir şey olduğunu hissettiriyor. Ogo'yu çok sevdim tabi ki. Bu kadar koşulsuz seven ve yanında olan bir dostun olma ihtimalini bile sevdim. Ve tabi ki Vesna'nın gerçek dramı. Orada Nermin Yıldırım romancılığını konuşturmuş işte. İki kadın iki annesiyle derdi olan kadının birbirinin sırlarına ortak oluşu ve bu sırlarına yaklaşım biçimleri etkileyiciydi.  Ben başka romanını okumadım ama okuyanlardan duyduğum kadarıyla zaten Nermin Yıldırımın bir anne kız metaforu, derdi var

Bir eve ait olmak, sevmek, sevilmek ve değerli hissetmek elbette ki romanın en önemli konusu. Çocukluğu boyunca kendini ait hissettiği bir evi olmamıştı Seher’in. Daha sonra sahip olduğu evler için ise, duvarların içindeki her şeyin benim olması kendimi evde hissetmeme neden olmadı diye anlatıyordu.” Kendimi iyi hissedeceğim, ait hissedeceğim bir ev arıyordum. Ya da birini belki, bilmiyorum. Ev dediğiniz dört duvar değil ki, orada sizi sevecek, saracak biri…”

Dilin akıcılığı, birçok yeni kelimeyi kullanarak anlamı zenginleştirmesine bayıldım. Şikemperver, inkişaf, malumatfuruş, serencam gibi kelimelere ilk kez burada rastladım.

Vesna’nın ders niteliğindeki Japon sözü ile bitirmek istiyorum. “Japonlar, değer verdikleri bir eşya kırıldığında, kendilerine bakmayı sevdikleri bir ayna ya da anneannelerinden miras bir vazo mesela, tamir ederlerken kırılan parçanın yerini altın tozuyla doldururlarmış. Hiç kırılmamış gibi görünmesini değil, aksine kırılıp yapıştığı yerin parlamasını isterlermiş. Bir eşya, bir insan, bir ruh yaralandığında, yüklendiği hatıraların, kıymetini arttırdığına inanırlarmış. Bir defa kırılan artık kırılmıştır, haklısın. Ama kendine ve hayata tutunmak için mücadele ettiği kadar güçlüdür de. Düştüğümüz yerde kırık mı kalacağız, yoksa parçalarımızı birleştirip yeniden tam olmak, başka türlü bir tam olmak için çabalayacak mıyız, mesele o. Anlıyor musun?”

Anlıyor muyuz!!! / Fatma


2 Ekim 2021 Cumartesi

 2020 YAZ KİTAPLARIMIZDAN ( BENİM GİBİ MAKİNELER/ Ian McEwan)

KİTAP HAKKINDA

Hiroşima ve Nagasaki’nin atom bombalarıyla yerle bir edilmediği, yaşamına savaş kahramanı olarak devam eden Alan Turing’in yapay zekâ alanında çığır açtığı bir dünya. Teknolojik yenilikler ve toplumsal huzursuzluklarla dolu alternatif bir 1980’ler Londrası’nda, yalnız ve amaçsız Charlie Friend ailesinden kalan parayı sınırlı sayıda üretilen ilk insansı robotlardan Ademler ve Havvalar’dan birini almak için harcar; aşık olduğu komşusu Miranda’ya, kendi Âdem’inin kişiliğini beraber oluşturmayı teklif eder. Fakat başlangıçta zekası ve uyumluluğuyla ikisini de etkileyen Adem zamanla kendi ahlak ilkelerini keşfedecek, Charlie ve Miranda’yı yüzleşilmesi zor bir sır ve içinden çıkılmaz ikilemlerle baş başa bırakacaktır.

İnsanı insan yapan şey nedir? Zeki bir makinenin insanların iç dünyasını anlaması bir gün mümkün olacak mı? Yapay zekanın insanı hem bilgi hem de etik bakımından aştığı bir dünya neye benzerdi? Ian McEwan’ın yeni romanı Benim Gibi Makineler bu gibi soruları sorarken heyecan ve gerilimi bir an olsun düşmüyor.

 

Zekice ve insancıl... Yapay zeka, rıza ve adalet kavramları üzerine bir kıssa gibi de okunabilecek retrofütürist bir aile dramı.


IAN MC EWAN KİMDİR?

Ian McEwan 1948’de İngiltere’de doğdu. Sussex Üniversitesi’nde İngiliz Edebiyatı eğitimi gördü. East Anglia Üniversitesi’nde İngiliz Edebiyatı üzerine yüksek lisansını yaparken romancı Malcolm Bradbury’den yaratıcı yazarlık dersleri aldı.

 

İlk öykü kitabı “First Love, Last Rites” (1976; “İlk Aşk, Son Törenler”, çev. Ahmet Deniz Özsoylu, Ayrıntı Yayınları, 2004) ile Somerset Maugham Ödülü’nü kazandı. Üç kere Booker Ödülü’ne aday gösterildi, 1988 yılında “Amsterdam” (1988; “Amsterdam’da Düello”, çev. Ülkem Gürpınar, Can Yayınları, 2000) ile bu ödülü kazandı. 2006’da “Saturday” (2005; “Cumartesi”, çev. İlknur Özdemir, Yapı Kredi Yayınları, 2007) adlı romanıyla James Tait Black Anı Ödülü’nü kazandı. Son olarak “Sahilde” adlı romanıyla İngiliz Kitap Ödülleri Yılın En İyi Kitabı ve Yılın En İyi Yazarı ödüllerini kazandı. Diğer önemli eserleri arasında “Beton Bahçe”, “Yabancı Kucak”, “Sonsuz Aşk”, “Kefaret”, “Çocuk Yasası” ve “Fındık Kabuğu” sayılabilir.


KİTAPTAN ALINTILAR

"Kendi hayatında mevsimleri görmemiş bir insan, aynen elma gibi, hep yeşil kalacaktır."

“Kullanım kılavuzu yalnızca etkiniz ve kontrolünüz olacağı yanılsamasını sunuyordu, anne babalar da çocuklarının kişilikleriyle ilgili böyle bir yanılsama içinde olurlardı.”

“İnsanın en çok hayranlık duyduğu kişi tarafından nefret edilmesi nasıl da çarpık bir duyguydu.”

“bizi bekleyen üzüntüler. Olacak bu. Zaman içinde gerçekleşecek iyileştirmelerle birlikte... sizi geçeceğiz... ve sizden daha kalıcı olacağız... sizi sevsek bile. Inanın bana, bu satırlar zafer ifadesi değil... Yalnızca esef."

"Düşer yaprağım,

yenilenir baharda,

Sen düşüp kalırsın."

“İnsanların bütün bir hafta sonra önünde kuyruk oluşturdukları şeyler altı ay sonra ancak ayaklarına giydikleri çorap kadar ilgilerini çekiyorlardı.”

“Hiçbir şey alışamayacağımız kadar tuhaf değildir.”

“Burada, tam karşımda, bir metre kadar uzağımda aşkın bütün canlı olasılıkları duruyordu ve tek ihtiyacım buydu.”

“Çağımız insan aklının geçerli bir kopyasını tasarlayabiliryordu, ancak mahallemizde, bir kaç kişi denediyse de, bir sürme pencereyi onlarabilecek biri yoktu.”

“Organize suçların, ev köleliğinin, sahtekarlığın ve fahişeliğin de altın çağıydı. Çeşitli konularda krizler tropikal çiçekler gibi patlıyordu: Çocukların yoksulluğunda, çocukların dişlerinde, obezitede, ev ve hastane inşaasında, polis sayısında, öğretmenlerin işe alımında, çocukların cinsel istismarında.”

"Kitleler...yoktur, yalnızca insanları kitle olarak görmenin yolları vardır."

“Benim varlığım bir boşluktan ibaretti. Onu ebeveynlikle doldurmak bir kaçış olurdu.”

“Ne var ki onların yazdığı güzel kodlarda Adem ve Havva’yı Auschwitz’e hazırlayacak hiçbir şey yok.”

“Geriye bakacağız ve eski zamanların insanlarının kendi kusurlarını ne kadar iyi betimlediklerine, kendi uzlaşmazlıklarından ve muazzam yetersizliklerinden ve karşılıklı olarak birbirlerini anlamamalarından ne kadar parlak, hatta iyimser masallar yarattıklarına hayret edeceğiz.”


KİTAP HAKKINDA YORUMLAR/ ALINTI

1980’li yılların İngiltere’sindeyiz. Alternatif bir tarihi kurgu yaratmış Ian McEwan. Kitapta, arka planda, Falkland Savaşı’nda yenilmiş bir İngiltere, seçimleri kaybetmiş bir Margaret Thatcher, çökmüş bir ekonomi, artan işsizlik, İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden ayrılma süreci yer alırken, 1954’te intihar ederek yaşamına son veren yapay zekâ çalışmalarının öncüsü kabul edilen, Alan Turing ise hâlen hayatta.

Romandaki tarih akışı ise farklı: Savaşı Arjantin kazanıyor, M. Thatcher ağır savaş yenilgisi nedeniyle seçimleri kaybediyor, muhalefetteki İşçi Partisi iktidara geliyor, sosyalist Tony Benn Başbakan oluyor… Yaşanmış tarihten daha başka farklılıklar da var: Hiroşima’ya atom bombası atılmamış, John Lennon öldürülmemiş, bilgisayar ve yapay zekânın babası sayılan ünlü matematikçi Alan Turing 1954 yılında intihara sürüklenmemiş, yapay zekâ konusunda çığır açan çalışmalarını hâlâ sürdürüyor.

Roman kahramanlarından biri olarak da karşımıza çıkıyor ayrıca.

Yapay zekâ üzerine yaşanılan gelişmeler oldukça ileri düzeyde.

Roman ana karakterimiz, kendisine kalan yüklü bir miras sonucu, kısıtlı sayıda üretilen Âdemlerden birine ( 12 tane Âdem, 13 tane Havva üretilmiştir) sahip olur.

Dünyanın sonunu getirecek felaket senaryosu olan yapay zeka ve tabi ki robotlar… Robotların bilinci duyguları olur mu, olursa nasıl olur vs. Adalet, vicdan, aşk, sorumluluk ve dahi başka pek çok konuya felsefi yaklaşımlar hem de robotlar eşliğinde.   

İnsanın kendi benliği ve oldukça komplike olan ahlak sistemini, kendinden çok daha fazla bilgiyi saklama kapasitesi olan bir makinaya aktarması gerçekten onun yararına mıdır?

Kendi benliğine bile bu kadar yabancı olan, ahlaki birçok normu şartlara ve zamana göre değişen insanların dünyasına ‘en iyi şekilde tasarlanmış’ robotlar ayak uydurabilirler mi?

Kitabın ilerleyen kısımlarında, olay örgüsü zaman zaman akla hem yaratılış mitini, hem de toplum nezdinde anne baba olmanın kabul edilebilirliği konularını da tartışmaya açıyor.

Ian McEwan’ın 2019’da yayınladığı romanı ‘Benim Gibi Makineler’ yapay zekanın her geçen gün daha da hayatımıza girdiği şu dönemde çok temel 3 soruya cevap arıyor:

1.İnsanı insan yapan şey nedir?

2.Zeki bir makinenin insanların iç dünyasını anlaması bir gün mümkün olacak mı?

3.Yapay zekanın insanı hem bilgi hem de etik bakımdan aştığı bir dünya neye benzerdi?

Yalan söylemeyi bilmeyen, sıradan insanlardan daha yüksek ahlaki değerlerde ısrar eden bir robot karşısında kendi çelişkili tabiatımızı görmeye hazır mıyız? Buna karşılık çıkar ilişkileri ile kirlenmiş bir dünyada hiçbir kire bulaşmadan, “hiç” yalan söylemeden -robot gibi- doğru bir hayat yaşanabilir mi?

insan düşünmeden edemiyor. McEwan’ın hayal ettiği gibi kimi insan zaafları, ideolojik, kültürel bağnazlıklar olmasaydı, Alan Turing 1954’te eşcinselliği nedeniyle (yasal bir suç sayılıyordu o yıllarda) intihar etmeye sürüklenmeseydi, John Lennon öldürülmeseydi, Hiroşima’ya atom bombası atılmasaydı… Dünya kuşkusuz daha güzel olurdu.

ZEVKLE OKUYACAĞINIZ BİR IAN MCEWAN KİTABI DAHA/ İYİ OKUMALAR



 2021 MAYIS AYI KİTABIMIZ (USTA VE MARGARİTA/ MİHAİL BULGAKOV)

KİTAP HAKKINDA

Sovyet edebiyatının önde gelen adlarından olan Mihail Bulgakov, yapıtlarının çoğunda Sovyet bürokrasisini eleştirdi; bu nedenle Sovyet otoriteleriyle pek çok kez karşı karşıya geldi, yazdıkları sansürlendi. Yazarın Usta ile Margarita adlı dev yapıtı ise, kendi sağlığında değil, ölümünden yirmi altı yıl sonra, 1966'da yayınlandı. Üstelik yaklaşık seksen sayfası çıkarılmış olarak. Yayınladığımız bu kitap, sansüre uğrayan bu sayfaları da içeriyor. Usta ile Margarita, son derece kıvrak bir kurguyla birbirine bağlanan ayrı öykülerden oluşuyor. Otuzlu yıllarda, Moskova'da iki yazar, bir bankta oturmuş, İsa'nın gerçekten yaşayıp yaşamadığını tartışmaktadırlar. Birdenbire, yandaki bankta bir adam şekillenir ve sohbete karışır. Düzgün bir Sovyet vatandaşı gibi görünmektedir, ancak geleceği okuma yeteneğine sahiptir ilginç yabancı. Örneğin, yazarlardan birine öleceğini söyler, yazar gerçekten çok kısa bir süre sonra ölür. İkinci yazar ise, gene yabancının önceden bildiği gibi delirir ve akıl hastanesine kapatılır. Yabancı dediğimiz kişi ise, sosyalist Sovyet toplumunu ziyarete gelmiş olan şeytanın ta kendisidir ve bu kez adı Woland'dır. Woland ve yanındaki yardımcıları, Moskova'da fantastik bir alt üst oluşa neden olurlar; tıkır tıkır işleyen pek çok mekanizma, Bulgakov'un keskin kara mizahıyla parçalanır, dağılır, bozulur. Bu sırada, akıl hastanesine yatırılmış olan yazar, orada bir 'Usta'yla karşılaşır; 'Usta', ona kendi yazdığı, Pontius Pilatus'la ilgili kitabı, ayrıca Margarita'ya olan aşkını anlatır, ki zaten aklını kaybetmesine neden olan da, kaleme aldığı romandır. Tabii şeytan da, Bulgakov'un müthiş canlandırma gücüyle kılıktan kılığa girmekte, romandaki her öyküye nüfuz etmektedir. Usta ile Margarita, yirminci yüzyıl edebiyatının başyapıtlarından.

MİHAİL BULGAKOV KİMDİR?

 

Usta ile Margarita ve Köpek Kalbi kitaplarıyla tanıdığımız Mihail Afansyeviç Bulgakov, 15 Mayıs 1891’de bugün Ukrayna’nın başkenti olan Kiev’de doğar. İlahiyat profesörü bir babanın oğludur.

Bulgakov, 1916’da Birinci Dünya Savaşı yıllarında, tıp fakültesinden mezun olur. O dönem, tıp mezunları, askerlik görevini ülkenin ücra köşelerindeki küçük ve donanımsız hastanelerde doktor olarak yapıyorlardı. Bulgakov da, Smolensk yöresinde Nikolskoye Köyü’ne giderek on sekiz ay boyunca oradaki hastanede, pratisyen doktor olarak çalışır.

Genç Bir Köy Hekimi adlı kitabında o döneme ait anılarını öyküleştirir. Bunların bir bölümü, 1925-1927 yılları arasında dergilerde yayımlanır. Bulgakov’un edebiyatına damgasını vuran fantastik unsurlar ve gerçeküstücü anlatım bu öykülerinde görülmez. Deneyim-gözlem ve birikimlerine dayanarak kurduğu bu öykü evreni, yaşamın çıplak ve ürkütücü gerçeğini gözlerimizin önüne serer.

Tıbbı nikahlı karısı, edebiyatı da metresi gibi gören Anton Çehov’dan farklıdır Bulgakov, doktorluğu sevmez. Çehov mesleğini konu alarak yazdığı öykülerinde hastalarına sevecenlik ve insancıllıkla yaklaşan, onları iyileştirmeye çalışan doktor karakterleri çizerken, Bulgakov hastalardan çok doktorun korkusunu öne çıkarır. Çehov’a kayıtsızdır, ondan etkilenmemiştir, Gogol’ü sever. Palto değil, onun Burun öyküsünden etkilenen yazarlar arasında görür kendini. Genç Bir Köy Hekimi’ndeki genç doktor karakterler tıp eğitimi aldıkları için pişmanlık duyarlar. Bir insanı yaşama döndürmeye çalışırken ölümüne neden olmaktan korkarlar. Bulgakov, dört yıl doktorluk yapar, 1920’den sonra mesleğini bırakıp kendini tamamen edebiyata verir.

Mihail Bulgakov’un 1925’te yayımlanan yarı otobiyografik ilk romanı Beyaz Muhafız, Ukrayna’nın başkenti Kiev’de yaşayan ve kendilerini kaotik iç savaşın ortasında bulan Turbin ailesinin hikayesini anlatır. Bulgakov, Turbinlerin yaşadığı kişisel kayıp ve etraflarını çevreleyen sosyal karmaşa ekseninde, devrimin ve sosyal, ahlaki ve siyasi yaşamda ortaya çıkan belirsizliklerin meydana getirdiği varoluşsal krizlerin harikulade bir portresini ortaya koyar. Tolstoy’un Savaş ve Barış’ı ile benzerlikler taşıyan bu romanını Turbin Günleri adıyla oyunlaştırır. Komünist bir kahramana yer vermediği gerekçesiyle Sovyet resmi çevrelerince büyük tepkiyle karşılansa da, Stalin’in özellikle romanı çok beğendiği, Turbin Günleri‘ni on beş kez seyrettiği söylenmiştir. Stalin’in  ilginç ilgisine karşın, Bulgakov hayatı boyunca durmadan yönetimin eleştirilerine uğrar, sürekli sansürlenir, oyunlarını bir türlü sahneletemediği Moskova Sanat Tiyatrosu’nda süründürülür.

Ölümcül Yumurtalar kitabı Stalin’in iktidara geldiği 1924 yılında yazılmasına karşın, 1928’de geçen bu bilimkurgu, iktidarın ve bilginin kötüye kullanılmasının sonuçlarına işaret eden parlak bir sistem eleştirisidir. 1917 Rus Devrimi’ni izleyen çalkantılı dönemde yeni bir Rus gerçekliği ortaya çıkarken, zooloji profesörü Persikov da bilimsel çalışmalarını sürdürmektedir. Bu çalışmalar sırasında, tesadüfen canlı organizmaların üreme hızlarını artıran ve onları devleştiren yeni bir kızıl ışın keşfeder. Tam da o sıralarda Sovyet Cumhuriyetleri’nde bütün tavukları kırıp geçiren bir salgın patlak verince, Persikov’un henüz test edilmemiş buluşu bu soruna çare olarak görülür. Ne de olsa, bilimde kaydedilen ilerlemelerle düşmanları ve rakipleri geride bırakma, Stalin döneminin yol gösterici ilkesidir.

Köpek Kalbi kitabını 1925 yılında kaleme almasına rağmen, Batı’da 1968’de, SSCB’de ise 1987’de yayımlanabilir. Dünyaca ünlü Moskovalı bir cerrah bir sokak köpeğini evine alır, ölmüş bir adamın testislerini ve beyninin bir parçasını organ nakliyle köpeğe takar. Operasyon beklenmedik sonuçlar doğurur. Tehlikeli bir insan-hayvan yaratılmış ve profesörün saygın yaşamı bir kabusa dönüşmüştür. Köpek Kalbi’nde, köpekler üzerinde çalışan bir profesörden hareketle, her şeyi bir sisteme oturtmaya çabalayan yeni rejime alegorik bir dille karşı çıkmıştır. Kitap, absürd ve komik bir hikaye gibi ya da Rus Devrimi’ni konu alan bir taşlama olarak okunabilir. Frankenstein’ın öyküsüne ve Kafka’nın eserlerine benzetilebilen roman, sürrealist bir mizah dehası sergiliyor.

1925’te Tolstoy adına düzenlenen bir edebiyat gecesinde Lyubov Belozerskaya ile tanışır ve kısa süre sonra evlenirler. Belozerskaya’nın donanımlı eğitimi, Fransız diline hakimiyeti, birçok kaynağı okuyup yazara aktarımı, edebi zevki ve sanat ruhu Mihail Bulgakov’un edebiyatını da etkiler. Lyubov Belozerskaya, Beyaz Muhafız, Köpek Kalbi, Moliere Efendi eserlerini ithaf ettiği kişidir.

 

1929’da yazarın hayatının zor geçecek 3.5 yıllık derin kriz dönemi başlar. Yayın yasağı bütün yapıtlarını kapsar hale gelir. Bu yıldan sonra, ne kitap yayımlatabilir, ne de bir oyunu sahnelenir. Bir süre yazmaya ara verir. Yurt dışına gitmek ister, hatta Stalin’e mektup yazar, ama izin verilmez. Moskova Sanat Tiyatrosu’nda bir sahne arkası işi verilir. Üstelik kendisi gibi evli olan Elena Sergeevna’ya umutsuz bir aşkla bağlanmıştır. Elena’nın kocası Silovski ile karşılıklı silahların çekilmesinin ardından 1931’de Elena ve Bulgakov, bir daha görüşmeme kararı alarak ayrılırlar.

Mihail Bulgakov, 1936’da yazmaya başladığı Teatral Bir Roman (Siyah Kar)’da bir oyun yazarı olarak tecrübelerinden yola çıkar ve dönemin tiyatro dünyasının perde arkasını sunar okura. Mihail Bulgakov aslında romancı olarak tanınsa da, yaşarken çalışmaları tiyatroya yöneliktir. Ancak, 1920’den itibaren yazdığı oyunlar sansürlenir ve sahnelenmez. Romanına Teatral Roman ve Bir Merhumun Notları ismini verse de yayımlanırken Teatral Bir Roman (Siyah Kar) adıyla yayımlanır.

 

Eserde, Sergey Leontyeviç Maksudov, oyununun efsanevi Bağımsız Tiyatro’da sahnelenmek üzere neredeyse rastgele bir şekilde seçilmesiyle, bir anda kendini tiyatroculuğun akıl almaz girdabında bulur. Bağımsız Tiyatro’nun iki yönetmeni, yapımın kontrolü için birbirleriyle yarışırken, yıldız aktrisler tantana üstüne tantana koparmaktadır. Oyunun sahnelenme ihtimali her provayla biraz daha azalmaktadır sanki. Maksudov, içinden nasıl çıkacağını bilemediği bir kaosun ortasına düşmüştür. Teatral Bir Roman (Siyah Kar) bilgisizlikler, zevksizlikler, çekememezlikler çevresinde bir yayın ortamını yerelden evrensele yol alarak anlatıyor.

1930 yılında yazmaya başladığı baş yapıtı olan Usta ile Margarita, sayısız oyun ve kısa öykü yazdığı on sekiz yılın ardından, 1938’de tamamlanır. İlk yayınlandığında sansüre uğrayan, nükteli bir alaycılık ve felsefi bir derinlik taşıyan, evrensel iyilik-kötülük sorunlarını irdeleyen bir romandır. İlginç bir kurguya sahip olan kitap, iki farklı zamanı anlatır. 30’lu yılların Moskova’sında İsa’nın gerçekten yaşayıp yaşamadığını tartışan iki yazarın yanına, geleceği okuma yetisine sahip biri yanaşır, birinin yakında öleceğini, öbürünün de delireceğini söyler. Woland adındaki bu yabancı, Sovyet toplumunu ziyarete gelmiş şeytandan başkası değildir. Gerçekten de, yazarlardan biri kısa bir süre sonra ölür. Delirip akıl hastanesine kapatılan öbür yazar ise orada Usta ile karşılaşır. Usta’nın, İsa’nın çarmıha gerilmesinde büyük rolü olan vali Pontius Pilatus’la ilgili romanını ve Margarita’ya olan aşkını dinler. 20. yüzyılın en iyi romanlarından biri olarak bilinen kitap, fantastik bir kurguya sahip, keskin yergili bir mizahla dolu, çoğu zaman alaycı sahneler ile güçlü, duygusal ve acıklı anlar arasında gidip gelir.

1932 yılının Eylül ayına kadar Elena ile görüşmezler. Karşılaştıklarında Bulgakov’un ilk sözleri “Sensiz yaşayamıyorum” olur. 4 Ekim 1932’de evlenirler.

 

Bulgakov’un sağlığı giderek bozulmaktadır, bu dönemde Usta ile Margarita romanını eşinin desteğiyle bitirme mücadelesi içerisinde geçirecektir. Elena günlüğüne şunları yazar: “İlk bölüme eklemeler yaptı ve romanı kendisine baştan okumamı istedi. Berlioz’un cenazesi bölümünü okumaya başlamıştım ki “Tamam… Bu kadarı yeterli… Galiba” dedi ve bir daha da tekrar okumamı istemedi.”

 

Usta ile Margarita için Stalin’in Bulgakov’un hayatına doğrudan müdahalesini merkezine oturtan bir eser olduğu, başka bir okumaya göre ise üç roman kahramanı Woland, Usta ve Margarita sırasıyla Stalin, Bulgakov ve Elena’nın kişiliklerinin doğrudan karşılıkları olduğu söylenir.

10 Mart 1940’ta böbrek yetmezliğinden 49 yaşında yaşama veda eder. Usta ve Margarita ölümünden yıllarca sonra ancak 1966-67 yıllarında, eşinin gayretleriyle Moskova Dergisi’nde yayınlanabilir. Kitaplaşması ise 1973’ü bulur.

Kaynak: Leblebi Tozu

KİTAPTAN ALINTILAR

“…, en büyük hatanız insan gözündeki manayı küçümsemeniz. Şunu anlayın, dil gizleyebilir hakikati, ama gözler asla!”

“Karanlık bir sokağın köşesinde bir anda bitiveren bir katil gibi, aşk önümüze dikildi; ikimizi de bir vuruşta devirdi! Yıldırım da böyle çarpar adamı, hançer de böyle saplanır!”

"Bizi tarih yargılayacak."

“Ne yapalım, -dedi beriki düşünceli,- altı üstü insan hepsi. Parayı seviyorlar, ama hep vardı bu... İnsanoğlu parayı sever, neden yapılmış olursa olsun, -deridenmiş, kağıttanmış, bronzdan ya da altından, fark etmez. Ama havailer... Ne yapalım... ve bazen merhamet duygusu temas ediyor kalplerine... bildiğin insan işte... özetle, öncekileri hatırlatıyorlar...”

“Müteahhitin ne olduğunu biliyor musunuz peki?” diye sordu İvan’a ziyaretçi ve aynı anda açıklamaya baş­ladı: “Müteahhitler nadir rastlanan bir haydut çeşididir."

“Yazarlığın ispatı kimlik değil, yazdıklarıdır!”

“Kimsem yok. Yeryüzünde tek başımayım.”

“Doğuda tek bir din yoktur ki içinde dünyaya Tanrı getirmiş günahsız bakire olmasın”

“Başkasının malına dokunursam, patilerim kurusun!”

“- Dostoyevski öldü, dedi kadın.

- Protesto ediyorum! -diye haykırdı hararetle Behemot. Dostoyevski ölümsüzdür!”

“Her türlü iktidar insanların üzerine kurulmuş bir baskıdır ve öyle bir zaman gelecek ki, ne Sezar’ın iktidarı olacak ne de başka iktidar. İnsan hakikat ve adaletin krallığına geçecek ve burada hiçbir iltidara ihtiyaç duyulmayacak.”

“Özgür insanlarız, köle değil; gerçeği masal kılığına sokmaya ihtiyacımız yok!”

“Derken Pilatus irkildi. Parşömenin son satırlarında şu kelimeleri seçti: "...en büyük ayıp... korkaklık."

“Her şey acı bir sonla noktalanır:

Kısa bir süre önce dünyayı yönettiğini sanan kişi, kendini tahtadan bir kutunun içinde kaskatı kesilmiş bulur. Çevresi de başka bir şey yapılamayacağını düşünüp onu yakar, kül eder”

“Evet insanoğlu ölümlü. Ama bu kadarla kalsa çok önemli değil, işin kötüsü insan beklenmedik bir anda ölüyor. İşin püf noktası bu. Ve insan akşama ne yapacağını bile bilecek durumda değil..”

“Kötülük olmasa senin iyiliğin ne işe yarardı ve gölgeler kaybolsa dünya nasıl görünürdü?”

“İnsanoğlu parayı sever, neden yapılmış olursa olsun, - derindenmiş, kâğıttanmış, bronzdan ya da altından, fark etmez. Ama havailer... Ne yapalım... ve bazen merhamet duygusu temas ediyor kaplerine... bildiğin insan işte... özetle, öncekilerini hatırlatıyor... sadece konut sorunu bozmuş bunları…”

“Böylece ne biletçi kadın ne yolcular, asıl önemli olan şeye şaşırmıyorlardı: Kedinin tramvaya binmesi değil -bu önemsenmeyebilirdi- para verip bilet almaya kalkışmasıydı dikkati çekmesi gereken!”

“Açıkcası sevgili dostum, büyük planlar yapmak işe yaramıyor. Örneğin ben, bütün dünyayı dolaşmak istiyordum. Gördüğünüz gibi kader bambaşka yol çıkardı karşıma. Dünyanın ancak küçücük bir parçasını görebileceğim bundan böyle; hem en iyi bölümlerinden biri olmaktan çok uzak.”

YORUMLARIMIZ

Bazen bazı kitapları sadece okuruz, bazılarını içselleştirir hayatımızın bir parçası haline getiririz, bazılarını eleştirir bazılarını beğeniriz ama bazen de bazı kitapları anlamak için çaba sarf ederiz. Anlamak için verdiğimiz uğraş bir taraftan bizi kitabın daha çok içine çekerken bir taraftan zihnimizde yeni yeni kapılar açar. İşte Bulgakov’un klasikler arasına çoktan girmiş olan ölümsüz eseri Usta ve Margarita, okuru anlamak için öğrenmeye zorlayan, öğrendikçe de okurda tekrar tekrar hayranlık uyandıran romanlardan.

Usta ve Margarita’yı anlamak ve sevmek için okurun bazı önbilgi ve farklı pek çok konuda fikir sahibi olması gerekiyor, Stalin Rejimi, Hristiyanlık ve edebiyat konularında önbilgi sahibi olmak okurun işini oldukça kolaylaştırıyor. Aynı zamanda yazarın bu üç olgunun belirgin etkisiyle şekillenen yaşamını bilmek de romanın sağlam bir zemine oturmasını sağlıyor.

Bulgakov 1891 senesinde Kiev’de dünyaya gelmiş 1940’ta vefat edene kadar yaşamının uzun bir dönemini Moskova’da geçirmiştir. Dindar bir ailede doğmuş ve büyümüş olan Bulgakov, ilahiyat eğitimi almak yerine doktor olmayı tercih etmiş ancak yaşadığı ağır tifüs nedeniyle mesleğe devam edememiştir. Bunun üzerine gazetecilik yapmaya başlamış ve sonrasında yazarlık yaparak hayatına devam etmiştir. 1930’lu yılların Sovyet Rusya’sında yazarlık yapmak Bulgakov gibi sistemi eleştiren, sınırsız hayal gücüne sahip, özgür düşünen edebiyatçıları oldukça baskı altına almıştır. Bulgakov’un yazdığı tüm eserler sansürlenmiş ve en sonunda 1930'a doğru yapıtlarının yayınlanması fiilen yasaklanmıştır. Yaşadığı baskıların ve yapıtlarının uğradığı sansürlerin yazarın Moskova’daki yaşamını oldukça zorlaştırması Bulgakov’u ülkeden ayrılmaya teşvik etse de Stalin yazarın ülkeden ayrılmasına izin vermemiştir.

Yazarın yaşamından izler taşıyan Usta ve Margarita yarı otobiyografik bir roman olarak kabul edilebilir. Kitabın ismine de adını veren kahramanı Usta, Bulgakov’un kendisinden başkası değildir. Tıpkı Usta gibi Bulgakov da Usta ve Margarita’nın ilk halini yakmış daha sonra Dünya edebiyatına miras kalacak olan “El yazmaları yanmaz.” kabulünü gözler önüne serecesine el yazmalarından başlayarak romanı tekrar yazmıştır. Yaşamının son yıllarında görme yetisini kaybettiği için Usta ve Margarita’nın büyük kısmını 3. eşi Elenor ile tamamlamıştır.

Çok katmanlı bir roman olan Usta ve Margarita, pek çok toplumsal meseleyi ele almakla birlikte insan doğasını da büyük bir titizlikle incelemiştir. Okuyucusuna birbiriyle ilgisizmiş gibi gözüken üç farklı öykü sunan romanda, Pontius Pilatus, Ivan Biezdomni ve Usta’nın hikayeleri birbiriyle iç içedir. Okur, hem Pilatus’un hem de Usta ve Margarita’nın hikayesini okurken ahlaki değerler, inançlar ve bu olguların öğretilerini sorgularken, Pilatus’un şeytanla (zarar veren, yalan söyleyen, düzenbaz olanla) karşılaşmasını, bunun gerçekliğini (kötünün varlığını) “diğerlerine” anlatamadığı için yaşadığı çaresizliği ve en sonunda kabullenişini izleme hatta hissetme şansı yakalamaktadır.

Yazar, baskıcı Stalin rejimi özelinde tüm totaliter rejimlerin sanat, edebiyat, eğitim, bürokrasi gibi toplum yaşamının her alanında gözlenebilen  baskıcı, tek tipleştirici etkisini ustalıkla ve incelikle okuyucuya aktarmıştır. Bununla birlikte özellikle (bir bakışa göre romanın kalbi sayılabilecek) Woland ve yaverlerinin tiyatroda sergilediği büyüleyici gösteri ve Margarita’nın (aslında tamamen iyi niyet ve aşkla) şeytanla iş birliği yapması insanın doğası, açgözlülüğü, riyakarlığına dair derin bir farkındalık yaratarak okuyucunun kendi içine bakmasına aracılık etmektedir.

Sonuç olarak Usta ve Margarita bir değil birden fazla derdi olan bir romandır. Yazıldığı dönem düşünüldüğünde ( Karekteri komünist olmayan romanların yasaklandığı bir dönem) Bulgakov’un gösterdiği cesaret ve elde ettiği başarının önemi daha iyi anlaşılabilmektedir. 

Yıllarca etkisi altında kalınacak bu romanı mutlaka okuyun./RANA

 








19 Mayıs 2021 Çarşamba

 2021 MAYIS AYI KİTAP LİSTEMİZ



2021 NİSAN AYI KİTABIMIZ (ENGEREĞİN GÖZÜ/ ZÜLFÜ LİVANELİ)


KİTAP HAKKINDA

Balkan Edebiyat Ödülü/1997

Yıllardır Topkapı Sarayı'ndaki hücresinde kapalı tutulan Şehzade, hiç beklemediği bir anda tahta çıkarılır, böylece iktidarın tek sahibi olur.

Haremağası Süleyman ise Habeşistan'dan koparılıp hadım edilerek saraya getirildiğinden beri onun en sadık kulu ve -iktidarsızlığına rağmen- Harem'in tek hâkimidir. Valide Sultan'ın iktidar hesaplarıyla oğlunu yeniden hapsettirmesi, ilişkileri iyice içinden çıkılmaz bir hale sokacaktır.

Engereğin Gözü, Haremağası ile Padişah arasındaki köle-efendi ilişkisi aracılığıyla, "bakışıyla her canlıyı kımıltısız hale getiren bir engereğin bile gözünü kamaştıran" iktidarın büyüleyiciliği üzerine alegorik bir roman. Bir yanıyla da bir "dil şöleni"; Zülfü Livaneli, Evliya Çelebi'nin, Naimâ'nın ve Türkçenin büyük dil ustalarının izini sürüyor.

ZÜLFÜ LİVANELİ KİMDİR?



20 Haziran 1946 yılında Konya’da doğan yazarın gerçek adı Ömer Zülfü Livaneli’dir. Küçük yaşlarından itibaren müziğe ilgi duymaya başladı ve saz çalmayı öğrendi. 1964 yılında Ülker Tunçay ile evlenmiştir ve bu evlilikten Aylin Livaneli dünyaya gelmiştir.

Müziği sayesinde yurt içinde ve yurt dışında birçok ödül almıştır. John Baez, Maria Farandouri gibi sanatçılar tarafından bazı eserleri yorumlanmıştır. Özgün film müzikleri de yapan Zülfü Livaneli çeşitli konserler vermiştir. 

Kendine has yorumları sayesinde dünyaca tanınmaya başlandı. Müziği kadar yazdığı hikaye kitaplarıyla da oldukça sevilen ve ilgi gören yazar 1997 yılında verdiği konsere 500.000 kişi gelerek o dönemin en büyük rekorunu kırmıştır.

Zülfü Livaneli’nin şarkıları edebiyat ve şiirle iç içe geçmiştir. Nazım Hikmet, Orhan Veli, Yaşar Kemal, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Sabahattin Ali ve Ataol Behramoğlu’nun şiirlerini şarkı yapmıştır. Müzisyen kimliğinin yanı sıra deneme, hikaye ve roman da yazmıştır.

Kitapları Türkiye’nin yanı sıra Çin, İspanya, Güney Kore ve Almanya’da en çok satanlar arasına girmeyi başlamıştır. İlk romanı Engereğin Gözündeki Kamaşma olan Zülfü Livaneli bu romanıyla Balkan Edebiyat Ödülünü kazanmıştır. Kitabı daha sonra İspanya, Çin Kore ve Almanya’da satışa çıkarılmıştır. 

2001 yılında yazdığı Bir Kedi Bir Adam Bir Ölüm romanı Yunus Nadi Yayımlanmamış Roman Ödülünü kazanmıştır. 2006 yılında ise Mutluluk romanıyla birlikte Barnes & Noble Yeni Büyük Yazarları Ödülünü kazanmıştır. 2009 yılında Son Ada romanıyla birlikte Orhan Kemal Roman Armağanı’nı kazanmıştır. Farklı alanlarda yazdığı eserleri otuzdan fazla uluslararası ödülle taçlanmıştır.

KİTAPLARI
Huzursuzluk (2017)
Konstantiniyye Oteli (2015)
Kardeşimin Hikayesi (2013)
Edebiyat Mutluluktur (2012)
Harem (2012)
Serenad (2011)
Sanat Uzun Hayat Kısa (2010)

Son Ada (2008)

Sevdalım Hayat

Leyla'nın Evi
Gorbaçov´la Devrim Üstüne Konuşmalar
Mutluluk (2002)
Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm
Livaneli Besteleri

Engereğin Gözündeki Kamaşma
Sosyalizm Öldü Mü?
Diktatör ile Palyaço
Türkiye Orta Zekalılar Cenneti
Sis

Dünya Değişirken
Geçmişten Geleceğe Türküler

KİTAPTAN ALINTILAR

“Tahtın da , malın mülkün de faydası yoktu insana.”

“Masumların kellesi kesilip de cellat çeşmesinde kılıçlar yıkandığı zaman , bir gün olur Hak bunun hesabını sorar diye düşünmedin mi?”

“Allah'ın hikmetinden sual olunmaz , ama bazen pek zalim davranıyor.”

“Varlık yokluktur, yokluk da varlık! Hepsi gören göze bağlı!”

“Kötülük ve iyilik bir tek şeydir, parçalanamaz. İyilik, kötülükten ayrı değildir.”

“Kötülüğü yenmek, iyiliği yenmekten daha zor. Bu yüzden, iyiler savunmasız oluyorlar, her türlü zararı görüyorlar.”

“Mutluydum ve ömrüm böyle sona erecek sanıyordum, ama yanılmışım...”

“Ruh, dünya nimetlerinin tutsaklığından kurtuldukça özgürleşiyor, bağımsızlaşıyor ve dünya yüzünde hiçbir krala ve imparatora nasip olamayacak bir büyük iktidara kavuşuyordu.”

“Dünyada hangi şey kötüdür ki onda iyilik olmasın ve hangi şey İyidir ki onda kötülük bulunmasın?”

“Demek ki can çıkmayınca, insandaki onur ve intikam duygusu da çıkmıyordu..”

“Gün kavuşurken köye bir adam geldi ve peygamber olduğunu söyledi. Köylüler adama inanmadılar, 'İspat et' dediler.

Adam karşılarındaki eski suru gösterdi ve '' Eğer bu duvar konuşur ve benim peygamber olduğumu söylerse inanır mısınız? '' diye sordu.

Köylüler ''Elhak, inanırız'' dediler.

Adam duvara döndü ve elini uzatarak ''Konuş ya duvar!'' dedi:

Bunun üzerine duvar dile geldi ve şöyle dedi:

''Bu adam peygamber değildir. Sizi kandırıyor. Peygamber değildir.''

“Kimilerine eksik bir adam gibi görünsem de yüreğim biliyor ki şuan da dünya da yaşamının anlamına varmadan kader rüzgarının önünde sürüklenip giden milyonlarca kişiye göre fazlalıklarım da var.”

“Ölmek istiyordum.

Bir yandan da ölemeyeceğim için kaderime lanet okuyordum . Her zaman yanımda taşıdığım kavanoz mermerler üstünde paramparça olduğu için ölmeye hakkım yoktu.”

“Ne var ki bu acımasız dünyada iyilik cezalandırılıyor! Uzun ömrümün bana öğrettiği gerçeklerden biri de bu. Kötülüğü yenmek iyiliği yenmekten daha zor.”

“Rumi Hazretleri diyor ki: Yaratıklar üç kısma ayrılır: Sırf akıl olan ve şehvetten arınmış melekler, sade şehvet olan hayvanlar ve hem akıl hem şehvetten oluşmuş insanoğlu... İnsanın yarısı akıl yarısı şehvet, yarısı melek yarısı hayvandır. Yarısı yılan yarısı da balıktır. Balık olan kısmı onu suya doğru çeker, yılan olan yanı ise toprağa doğru sürükler.”

“Bu çınardan hep korkardım. Meyvesi insan olan ağaçtı bu. Bir tarihte idam edilen birçok devlet büyüğü bu ağacın dallarına asılmış ve kurumuş birer meyve gibi rüzgârla döne döne çürümüşlerdi.”

“Melek bilgisiyle, hayvan bilgisizliğiyle kurtuldu, insanoğlu bu ikisi arasında keşmekeş kaldı.”

“Çocukluktan beri bize öğretilen itaat ve kendi benliğini silme eğitiminin gereğini yerine getirememiş ve bir anlık gafletle, kendimi onlar gibi bir insan olarak görme suçunu işlemiştim.”

YORUMLARIMIZ

KİTABIN KONUSU

Yıllardır Topkapı Sarayı’ndaki hücresinde kapalı tutulan Şehzade, hiç beklemediği bir anda tahta çıkarılır, böylece iktidarın tek sahibi olur. Haremağası Süleyman ise Habeşistan’dan koparılıp hadım edilerek saraya getirildiğinden beri onun en sadık kulu ve "iktidarsızlığına rağmen" Harem’in tek hâkimidir. Valide Sultan’ın iktidar hesaplarıyla oğlunu yeniden hapsettirmesi, ilişkileri iyice içinden çıkılmaz bir hale sokacaktır. Engereğin Gözü, Haremağası ile Padişah arasındaki köle-efendi ilişkisi aracılığıyla, "bakışıyla her canlıyı kımıltısız hale getiren bir engereğin bile gözünü kamaştıran" iktidarın büyüleyiciliği üzerine alegorik bir roman. Bir yanıyla da bir "dil şöleni": Zülfü Livaneli, Evliya Çelebi’nin, Naimâ’nın ve Türkçenin büyük dil ustalarının izini sürüyor.

ALEGORİK ROMAN NEDİR?

Alegori: nesnelerin, kişilerin ve hareketlerin kurmaca yolu ile aktarılması ve bu kurmacanın anlatının dışında farklı bir anlam barındırmasıdır. Resim, heykel ve edebiyat gibi birçok sanatta karşımıza çıkan alegori için, bir hikaye içinde bambaşka bir hikayeyi anlatma sanatıdır diyebiliriz.

İSİM VERİLMEYEN PADİŞAH KİMDİR?

Sultan İbrahim, 18. Osmanlı padişahı ve 97. İslam halifesidir. İbrahim, 8 Şubat 1640'ta ağabeyi IV. Murad'ın ölümü üzerine 25 yaşında ve 18. padişah olarak Osmanlı tahtına çıktı. Şehzadeliğinde çok sıkı bir saray hayatı yaşamış, erkek kardeşleri IV. Murad tarafından öldürtülmüş olduğundan korku içinde büyümüştür.

Doğum tarihi: 5 Kasım 1615, İstanbul

Ölüm tarihi ve yeri: 18 Ağustos 1648, İstanbul

Defnedildiği yer: Sultan 1. Mustafa ve Sultan İbrahim Türbesi, İstanbul

 

Ebeveynleri: I. Ahmet, Kösem Sultan

Deli İbrahim olarak tanınıyor. Ünlü Kösem Sultanın oğlu ve IV. Murat’ın kardeşi



ROMANDA PADİŞAHTAN NASIL BAHSEDİLİYOR?

3 yaşındayken kardeşi tarafından boğulmaya çalışılan fakat annesi tarafından kurtarılan ve bu psikolojiyi üzerinden atamayan bir padişah. Masum insanları öldürmekten zevk alan, kendi başı derde girince hüngür hüngür ağlayan bir çocuk, bir zavallı  ve bir korkak. Uzunca yıllar hareminde olan hiç bir cariyeye ilgi duymuyor ve kimseyle ilişkisi olmuyor.

ROMANDAKİ VALİDE SULTAN'DAN NASIL BAHSEDİLİYOR?(KÖSEM SULTAN)

İktidar uğruna bir oğlunu eş cinsel yapan, diğer oğlunu tahttan indirip hapsettiren, torununu öldürmeleri için tuzaklar kuran Venedikli ticaretle uğraşan son derece varlıklı bir kadın. İktidarı elinde tutmak için oğullarını kadınlardan uzak tutmaya çalışıyor. IV. Murat’ın yatağına hep oğlanları aldırıyor.

ANA KAHRAMANIMIZ HABEŞLİ SÜLEYMAN AĞA NASIL BİR KARAKTERDİR?

12 yaşındayken Habeşistan’dan gemiye bindirilen ve daha sonra hadım edilerek Osmanlı sarayında en mahrem yer olan harem dairesinin hizmetine sunulan bir  zenci köle. Roman onun  ağızından anlatılıyor. Kimi zaman bir korkak ve kimi zaman kendisini bir imparatorluk ailesine eş görüyor. Esen rüzgarları hemen hisseden ve buna göre hemen tavır değişikliğine girebilen bu sayede de siyahi kellesini de omuzları üzerinde taşıyabilen bir karakter. Başta efendisine tapınma düzeyinde bir bağlılığı var daha sonra efendisinin bütün yetersizlikleriyle ve kötülükleriyle bir insan olduğu bilincine varıyor. En sonunda da efendi ile kölenin insan olmakta eşitlendiği bir noktada ortaya çıkan bir hayranlığı var.

 

ROMANIN İNCELENMESİ

İktidar alevinin çevresinde dönen pervaneleri anlatmak için yazılmış bir romandır.

Tarihsel dekor içinde insan psikolojisinin derinliklerine varabilmeyi amaçlayan bir eserdir. Topkapı sarayı bir arka plan olarak yer alıyor.

Temel noktalar gerçeğe uygun fakat kurguda farklılıklar var ve bu da romanı özgür bir roman kılıyor.

Yazar Naima ve Evliya Çelebinin etkisinde kaldığını ve onların dilini tekrar yaratmaya çalıştığını belirtiyor. Sade anlaşılır ve yalın bir dil kullanıyor.

Yazar dönemin ruhunu ve saray atmosferini başarıyla canlandırıyor. Sarayda dönen entrikaları ayrıntılı bir şekilde betimliyor.

Aynı zamanda felsefi bir roman çünkü karakterleri harekete geçiren değişken motifleri ve onların etik değerlerini irdeliyor.

OKURKEN NOT ALDIĞIM CÜMLELER

Syf.26 Bu cihanı kaybettikten sonra öteki cihanı da kaybedemezdim.

Syf28: Zaten bu dünyada adan öldürmeyen imparator mu olurdu?

syf:29 Osmanlı sarayında bir Türk’ün hesabını kim sorardı?

Syf31: İstanbul şehrinde kadınların sokağa çıkmalarını yasalayan padişahlar görülmüştü.

Syf72: hiz damgası denen bir şey vardı.

Syf111: Padişahın ona kazandırdığı tek şey urganla değil ibrişim kordonla boğulmak olacaktı

Syf:120 Yüksek dağların kışı zor geçirdiği gibi hükümdar hayatları da sıradan insanlarınkine benzemez.


Ne kadar karanlığa batsa da, insan yüreğinde bir temizlik ve bir cevher var... BEHNA