11 Mayıs 2023 Perşembe

 

ÖFKE/ PHİLİP ROTH/ MAYIS 2022'DEN KİTABIMIZ/ HAVALI OKURLAR


KİTAP HAKKINDA

1951’de, Kore Savaşı’nın ikinci yılında itaatkâr ve duygusal bir delikanlı olan Marcus Messner ailesinin tek çocuğudur. Bu genç Yahudi, koşer bir mahalle kasabı işleten halim selim bir adamın oğludur. Her köşede oğlunu beklediğini düşündüğü tehlikeler yüzünden çılgına dönen babasından kaçmak için ailesinin yaşadığı New Jersey’den uzakta bir taşra üniversitesini tercih eder.

Ohio’daki Winesburg Üniversitesi’nde daha önce karşılaşmadığı türden akranlarının, her hareketini gözlemleyen öğretmenlerin ve zorunlu şapel ziyaretlerinin dünyasıyla tanışan Marcus’u en çok heyecanlandıran, kendisi gibi arzuları olan genç bir kadındır.

Philip Roth, büyük övgü toplayan romanı Öfke’de, adabımuaşeret kuralları arasında boğulan insan ruhunu, ezilen arzuyu ve belleğin tutsak edebilme gücünü anlatırken, düzenin genç insanları nasıl hoyratça kullandığını bir kez daha hatırlatıyor.

Öfke Roth’un romanları arasında iskeleti en güçlü kurulmuş olanlardan ve anlatıcının işlevselliğinin, yazarın yön değiştirmelerinin görülebileceği en iyi örneklerden biri. Tam da romanın nereye gittiğini anladığınızı düşündüğünüz neredeyse her seferde, Roth yolu değiştiriyor, öyle ki tüm kitap zikzaklardan oluşan bir planla yazılmış gibi…

Tibor Fischer, The Telegraph

(Tanıtım Bülteninden)

 

PHILIP ROTH KİMDİR?

Philip Milton Roth (Doğum: 19 Mart 1933, New Jersey, ABD – Ölüm: 22 Mayıs 2018, Manhattan, New York, ABD, 85 yaşında) Amerikalı yazar.

Kitaplarında çoğunlukla Yahudi karakterler ve anti-Semitizm (Yahudi karşıtlığı) konularını işlemesiyle tanınır.

Güle Güle Columbus (1959) romanıyla, Ulusal Kitap Ödülü’nü kazandı. 1969 yılında “Portnoy’un Feryadı” ile büyük bir şöhret kazandı…

 

Başlıca Eserleri:

Güle Güle Columbus (1959)

Portnoy’un Feryadı (1969)

Bir İnsan Olarak Hayatım (1974)

Pastoral Amerika (1997)

Herkes (2006)

Aldatma

Nemesis

Bir Komünistle Evlendim

Sokaktaki Adam

Öfke

 

KİTAPTAN ALINTILAR

"Dünyayı zekâyla fethedin, der Russell, dünya üzerinde yaşamanın bir sonucu olan korkulara köle olarak değil."

“Ölümün sonsuz bir hiçlik değil de, ebediyete kadar hafızanın kendi üzerine düşünmesi olduğunu bilseydim ölüm daha az korkutucu olur muydu? Ama belki de bu daimi hatırlama, unutmaya götüren adım.”

“Duyguları bir insanın yaşamının en büyük sorunu olabilir.

 Duyguların seni kandırabilir.”

“İnsanın en alelade, en önemsiz ve hatta gülünç seçimleri, korkunç ve anlaşılmaz biçimde oransız sonuçlara yol açabilir.”

"...tarih hiçbir zaman arkaplan değildir - tarih, sahnenin ta kendisidir! Ve sizler de sahnenin üzerindesiniz! İçinde yaşadığınız zamana dair berbat cehaletiniz ne kadar mide bulandırıcı!"

"... başka insanların gücü gibi zayıflığı da seni mahvedebilir. Zayıf insanlar zararsız değildir. Zayıflıkları onların güçleri olabilir."

"Bana nasıl davranmam gerektiğini öğretecek profesyonel ahlakçıların vaazlarına ihtiyacım yok."

“İşte işin bu bölümünden nefret ediyordum. Mide bulandırıcı ve iğrençti ama yapılması gerekiyordu. Babamın bana öğrettiği, ondan seve seve öğrendiğim şey buydu: Yapman gerekeni yapardın.”

“Kanıtlanması imkansız, kesinlikle akla yatkın olmayan ve benim nazarımda yetişkinlerin anlattığı çocuk masallarından farksız, Noel Baba'ya inanmak kadar mesnetsiz inançlara itibar etmeden de ahlaklı bir yaşam sürdürebilecek durumdayım.”

"Ölümün sonsuz bir hiçlik değil de, ebediyete kadar hafızanın kendi üzerine düşünmesi olduğunu bilseydim ölüm daha az korkutucu olur muydu?"

“Ve yargılamanın sonu yok, ama tanrısal bir varlık değil de, yapıp ettiklerinizi sürekli bıktırıcı halde yargılayan, kendiniz...”

 

YORUMLARIMIZ

Kurgu baskıcı bir babanın hışmından başka bir şehre taşınan genç bir öğrenci üzerinden ilerler. İlk sayfalarda gencin çoktan ölmüş olduğunu hikayenin onun gözleri önünden geçen yaşam şeridinden bir kesit olduğunu öğreniyoruz.

Ana karakterimiz Marcus Messner‘ın hayatının bir kısmına ortak oluyoruz. Koşer kasap bir babanın oğlu. 1950 yılında Robert Treat Üniversitesi’ne kaydını yaptırmasıyla başlıyor. Kore Savaşı’nın patlak verdiği bu yıl Marcus için aslında bir evden kaçış yılı. Babasının kısıtlamalarına ve tavırlarına daha fazla dayanamayan Marcus kendini küçük bir üniversitede buluyor. Ama şans yüzüne orada da pek gülmüyor. Yahudi olan ve okulun Hristiyan inanışına göre her hafta verdiği vaazlara katılma zorunluluğu, üstüne oda arkadaşlarıyla anlaşamaması, düzen delisi bir dekan Marcus’u iyice çileden çıkartacak duruma getiriyor. Üstelik aşık olduğu kız (Olivia Hutton) hakkında bilmedikleri, bildikleri, sonu. Vaazlara katılma zorunluluğu ve kendisinin Tanrı’ya inanmaması da bu zorlama ayinlerden kaçmak için her fırsatı değerlendirip başına daha çok iş açmasına neden oluyor. Yaşamının en güzel zamanlarında düzenin kurbanı olmuştur. 1950’li yılların kurallarına boyun eğen insanlarını, arzularını hoyratça yok sayan düzenin genç insanları nasıl hor gördüğünü anlatan bir Philip Roth romanıdır.

Bir yerden sonra babanın kaygıları Marcus'un da kaygılarının oluyor. "Korku acaba bulaşıcı bir şey mi?" diye düşündük. Marcus artık bütün hareketlerini ve adımlarını tedirginlikle atıyor çünkü okuldan atılırsa Kore savaşına gidecek ve savaşta ölecek. Kitabı okurken histerik, sinir krizleri eşliğinde öfkeler beklerken, rutine bindirilmiş ve sıkışmış/sıkıştırılmış öfke görüyoruz. Kitapta dönemin siyasi ortamının karakterler üzerinde nasıl izler bıraktığını da görüyoruz.

Keyifli okumalar/ Havalı okurlar











 

MIVVEL/ BEDİ GÜMÜŞLÜ/ EKİM 2021'DEN KİTABIMIZ/ HAVALI OKURLAR




KİTAP HAKKINDA

Mıvvel, polisiye örgüsü olan, Ankara`dan Antakya`ya, Suriye`den İstanbul`a uzanan politik bir roman. Bedi Gümüşlü`ye 2010 Everest İlk Roman Ödülü`nü kazandıran Mıvvel, öğretim görevlisi Nebil`in kimliği belirsiz bir kişi tarafından Ankara`da öldürülmesiyle başlıyor. Bir yandan Nebil`in geçliğindeki sol bir örgütle ilişkisi, 70`li yılların eylemci gençliği irdelenirken, bir yandan da gizemli cinayetin nedenine doğru adım adım yaklaşılıyor. Sürpriz finaliyle soluk soluğa okunan tempolu bir roman Mıvvel.

Herkesleşmeyenlerin Hüzünlü Öyküsü: Mıvvel

Yusuf Çopur, “Mıvvel”in yazarı Bedi Gümüşlü ile konuştu.

Everest Yayınları artık geleneksel hale getirdiği “İlk Roman Yarışması”yla edebiyat dünyamıza yeni değerler katmaya devam ediyor. Müge İplikçi, Semih Gümüş, Erendiz Atasü, İnci Aral ve Cemil Kavukçu’dan oluşan seçici kurul bu yıl Bedi Gümüşlü’nün Mıvvel (Arapça, uzun hava demek) adlı romanını birinciliğe layık gördü. Bedi Gümüşlü’yle ilk romanı Mıvvel hakkında konuştuk.

 

Bu sizin ilk romanınız. Mıvvel'in yazılış öyküsünden bahseder misiniz?

Yaşadığımız ülkede son otuz-kırk yılda ortaya çıkan ekonomik ve sosyal şartlara direnemeyerek çözülen “feodal” bir ailenin perspektifinden bugünün kapitalist ilişkilerinin acımasızlığını yazmayı düşündüm uzun zaman. Bu belki doğduğum ve büyüdüğüm yer olan Antakya’da tanık olduğum, beni etkileyen bir olgu. Uzun zamandır hikâye yazıyorum ve hikâyelerimdeki sıradan, yenik insanlar temasının öğelerinden biri de buydu. Mıvvel, bu tema ile toplumu değiştirmek üzere yola çıkan insanların hissettiklerini anlama çabasının birleşmesiyle oluştu belki. Bu haliyle Mıvvel, bana kalırsa, ülkemizin son yirmi beş-otuz yılında kapitalizmin ekonomi dünyası kadar sosyal alandaki insan ilişkilerine sızmasının toplumu değiştirmek isteyenler ve diğer herkesin üzerindeki etkilerini, yarattığı tahribatı anlamaya çalışıyor. Başta kafamda iki cümle vardı sadece; ikisi de romanda geçiyor zaten. Biri, artık sadece hasta yaşlıların ölümü beklediği eski bir ağa evinin bir üyesinin, evin duvarına kazma sallarken, “bu hastane eskidi, yıkıp yenisini yapacağım” deyişi, diğeri ise, büyük bir şehirde, gelip geçen insanların umursamadığı bir gösterici topluluğunun yalnızlığına bakarak, “bu insanların da var olması gerek” diyen bir genç kızın cümlesi.  Önce bu iki cümleyi söyleyecek karakterleri yazdım, diğerleri bunun ardından geldi ve roman iki yılda bitti.

 

“Elimde silah varsa ben artık ben değilim.” Belki de kitabın cümlesi bu. Biraz açar mısınız?

Bu tespite katılıyorum, ama belki bu cümlenin yanına, sevgin fedakârlık taşıyorsa sevgidir ve hayatı ancak böyle bir sevgi ile değiştirebilirsin, cümlesi de eklenmeli. İlk cümleyi açmak gerekirse,  hayatı daha iyiye daha güzele doğru değiştirmek isteyenlerin nasıl yol alması gerektiği ile ilgili de düşünmelerinin önemini vurgulamaya çalışıyor. Öldürmek eylemi üzerine kurulan bir dünya nasıl mutlu bir dünya olabilir? Başkalarını mutsuz ederek nasıl mutlu olunabilir? Bunları da soruyor bence.

 

Âşık olanların gözünden siyasete, geleceğe daha geniş bir ifadeyle hayata bir bakış var kitapta. Günümüzde bu bakış açısına “nostaljik” deniliyor. Ne dersiniz?

İnsanın en zayıf olduğu zaman âşık olduğu zamandır belki; kendini en az saklayabildiği, hatta bazen saklama ihtiyacı bile duymayabileceği, maskesini takmayı unuttuğu veya takmak istemediği. O aynadan kırılarak yansıyan gerçeklik parçaları hayatın anlamı üzerinde fikir verebilir bence. Çünkü gündelik hayatın içinde ölümsüzmüş gibi koşuşturan insanın arkaik anlamdaki gerçek insana çok uzak olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden insana insan olduğunu hatırlatmayı önemsiyorum; insanın ne kadar güçlü-güçsüz, cesur-korkak, iyi-kötü vb. olabileceğini. Hayata aşkın, sevginin perspektifinden bakmak ise “nostaljik” bulunmamalı, belki uzak, ama olması gereken bir şey gözüyle bakılmalı. Çünkü etrafımız ilkel çağlardaki insanın aksine neredeyse ölümsüz eşyalarla, makinelerle dolu olsa da insan olduğumuzu hatırlamalıyız; ölümlü, zayıf, başkalarına, sevilmeye muhtaç olduğumuzu…

 

Mıvvel'de kadın karakterler daha görünür ve daha güçlü. Aşkı, belki hayatı kadınlarla mı ya da kadınları aşkla mı anlatmak istediniz?

Bunun fark edilmesi beni mutlu etti. Öyle, çünkü sadece aşkı değil, hayatın tümünü kadınları ön plana alarak anlatmak daha doğru geliyor. Bu erkeğin önemsiz olduğunu göstermiyor aslında, belki taşıdığı fiziksel güce oranla duygusal açıdan daha zayıf olmasının bir sonucu. Bu konuda aklıma Sadi’nin dizeleri geliyor, hani İran sarayında bir zamanlar sultanın gözdelerinden iken, zamanla unutulan Cihan Hatun’un, bir gün hamamda yıkanırken, gönlünü almak için kendisine bir topak toprak atan sultana, isminin dünya anlamına geldiğini hatırlatarak, “Cihan akan bir kaşanedir ki, boşunadır onu bir toprak parçasıyla onarmaya çalışmanız” deyişi… Dizeleri yazan erkek olsa bile, bu sözler ancak bir kadına söyletilebilirdi bence. Çünkü erkek için, diyelim ki bu örnekte olduğu gibi,  birini kırdıktan sonra gönlünü almak o kadar basit ve mekanik bir şeydir ki. Belki kadınları anlamak erkekleri anlamaktan daha güç. Mıvvel’de kadın karakterler erkeklerden daha çok acı çekmiyor belki, ama daha hüzünlü gibiler, bu onların daha karmaşık oluşundan kaynaklanıyor; bence hayatta da böyle. 

 

Eserinizde mekânlar adeta karakterlerin ruhuna bürünmüş. Mekânların, eşyaların da ruhu geziniyor satır aralarında. Okur, mekânlarla tanıyor kahramanları, onların kokularıyla, eşyalarıyla…

 

Mekânlar, eşyalar, renkler, sesler, kokular üzerinde fazlaca durduğumu, çok önemsediğimi söylemeliyim. Çünkü gerçek hayatta insanlar bunlarla birlikte var olur ve eksikliklerinde anlatılanların da eksik kalması kaçınılmazdır. Bence her mekânın, diyelim ki şehirlerin, bir şehirdeki heykellerin, gecekonduların, evlerin, ağaçların söyledikleri, söyleyecekleri vardır insanlara, insanların da onlara.  Bir gün, Ankara’da Yüksel Caddesinde genç bir lise öğrencisinin, yolun kıyısındaki kısa boylu Memur Heykelinin yanından geçerken, heykelin başını sevgiyle okşayarak, “Nasılsın, amca?” diye sorduğuna tanık olmuştum. İnsanın çevresiyle ilişkisinin sadece var olan ve normal olarak açıklanabilecek bir ilişki olmadığını düşünüyorum. Örneğin, romandaki insan mekân ilişkisindeki birçok benzer ayrıntıda olduğu gibi, Gece Kokusu Çiçeğinin kokusunu, Müeyyet ile Necva’nın aşkını anlatan en önemli öğe olduğunu hissettim (veya varsaydım) yazarken. Kelimelerle bunu hissettirmeye çalışmak ise benim için gerekli bir şeydi.

 

Günümüz dünyasının temel sorunlarından biri şiddet. Bu kitapta buna dikkat çekiyorsunuz biraz da. Şiddetin kötülüğünü aşk merkezli bir kurguyla anlatmak nasıl oldu?

Kuşkusuz ki, bir sanat işi olma iddiası taşıyan her ürün gibi bu roman da sadece bazı konularda “iyi mesajlar” vermek üzere yazılmadı. Ama hissedilenler yazılanlara yansıyor doğallıkla. Sonra yazılan veya üretilen her şey belki de Ece Ayhan’ın dediği gibi, konuşmak üzere söz almaktır. Yine de şiddeti aşk ile yargılamaya çalışmadım. Hayatın diğer yanları gibi, onu da aşkın aynasında göstermeyi denedim sadece.

 

Şiddete “aşkla” bakmak ilginç bir bakış açısı…

Evet, aşkın bazı zamanlar taşıyabildiği şiddet ile şiddetin kendisinin birleştiği anlar da vardır. Romanda Suat’ın Şeyda’ya duyduğu hislerin yaralı birine yardım etmeyi engellemesi örneğinde olduğu gibi. Ama sonuçta aşk sevmek üzerine kurulan bir duygu ve onunla şiddeti daha net olarak göstermek de mümkün oldu denebilir.

 

Mıvvel'de farklı olanı, “öteki”ni anlama çabası dikkat çekiyor. Çoğunluktan farklı düşünen, herkesleşmeyen (bunun için “deli” görünen) kahramanların yalnızlık psikolojileri ustaca anlatılmış. “Deli”lik başa bela günümüzde ne dersiniz?

Yazarken psikoloji ve psikolojik rahatsızlıklar üzerinde epey okudum, ama bana bunlardan çok daha fazla, çocukluğumdan bu yana tanıdığım “deliler” yardımcı oldu; sadece farklı oldukları, çoğunluk gibi düşünmedikleri için öyle etiketlenen. Sonra tanıdığım “normaller”; her şeyin en doğrusunu bildiğini sanan ve etrafında kendilerine benzeyen çok sayıda insan olduğu için doğru düşündüğünden bir an olsun kuşku duymayan. Bu durumu romanda yansıtmaya çalıştım gerçekten ve yaşanılanlara bir de “diğerlerinin” perspektifinden bakılsın istedim; var olan hayatın başka bir açıdan yorumlanabileceğini, başka bir boyutunun olabileceğini söyleyebilmek için.

Söyleşiyi Gerçekleştiren: Yusuf Çopur (15 Kasım 2010)

 

 

 

BEDİ GÜMÜŞLÜ KİMDİR?

Antakya'da doğdu. Bedi Gümüşlü, hikâyeleri ile Gila Kohen Öykü Yarışması’nda birincilik, Ümit Kaftancıoğlu Öykü Yarışması’nda mansiyon ödülüne değer görüldü. Mıvvel romanı ile 2010 Everest İlk Roman Ödülü'nü kazandı.

Bedi Gümüşlü'nün senarist yönü, 2016 yılında gösterime giren Defne'nin Bir Mevsimi adlı filmin senaryosunda görülür. Filmde 12 Eylül döneminde Antakya’nın kültürel, etnik ve dinî kozmopolit ortamında meydana gelen değişim anlatılır.

KİTAPTAN ALINTILAR

…” Nereye gideceğini bilmiyorsan bile çok iyi bildiği bir yere, acelen varmış gibi yürümelisin,”…

“O akşam ikinci kez babası geldi aklına, kendisini esen yelden koruyan babası, bu halde olduğunu bilse ne yapardı?”

“Bağırdıkça sloganın sözleri daha da anlamsız geliyordu. İşkenceyi yapanlar da insan olduğuna göre, insanlık onuru kimi yenecekti? İnsanlıktan çıkmış olanları mı yani?”

“Allah’ın cezası bir şey bu kapitalizm yani, olması ve olmaması gereken her yerde var! Böyle bir yayılma özelliği ki… Çarpma işlemi sanki! Nereye baksan karşında!

Ne olacaktı peki? Az buçuk kapitalizm mi olur?”

“Ne oldu peki? İktidara gelenler diğerlerinden farklı ne yaptılar? Yeni mutlu dünyalarında!”

“Her zaman kahramanlarınız olacak, değil mi? Onlarsız olmaz çünkü.”

“Sahi dedi içinden, neden bu kadar acı dolu oluyor bu mıvveller?”

“Aşk insanın içinden bir alev yalımının geçmesi gibidir, ondan sakınamazsın…”

“Alnımın ortasına yazılmış benim ezikliğim, fakirliğim; gözlerimdeki utangaç, korkak, ürkek bakışlarda, titreyen ellerimde.”

“Halanı beğenmediler, Nebil… Ağlama hala. Ben seni çok seviyorum. Ne olur ağlama, sen herkesten güzelsin. Annemden bile!”

“Ben sanat bir şey yapmaz demedim farkındaysanız. Sanat izler ve yansıtır. Ama değiştirmez. Kendiliğinden yapar bunu. Sanatçının asıl yaptığı gerçekliği kendince yorumlamak, yani kendi bakış açısıyla etrafındaki dünyada yaşananlara bakıp yansıtmak ve çalışmalarını izleyenlere, eğer izleyen varsa, bir de bu açıdan bakın, demektir.”

“Gücü eline alan her şeyi kontrol etmeye başlıyor ve geniş halk yığınları buna ses çıkarmıyor.”

“Tanımadığım hiç kimseye düşman değilim. Tanıdıklarımla da silahla savaşmayı canavarlaşmak olarak görüyorum. Hepsi bu.”

“İnsanların kendinden farklı olanı, farklı düşüneni dışlamaları olamaz mı mesela? Öyle bir düzen kurulmuş ve bunu herkes kabul etmiş ki, bu düzende zeki olmamak, fakir olmamak, yeni bir şey söylememek gerek.”

“Deliler birbirini bulur, diye mırıldandı kendi kendine, deliler, manikler, depresifler, sonra bipolarlar, şizofreniler… Boşuna söylememiş Camus ne zor, ne acı şeymiş insan olmak.”

“Ne ise o asalet! Bir bok alabiliyor mu?”

“Uzaktan bakıldığında yan yana parlayan şehir ışıkları altında, yan yana ama birbirlerinden nasıl bu kadar uzak olabiliyordu insanlar?”

“Neden insanlar olduklarından farklı görünmeye çalışır? Açık olmak çok mu zor? Çok mu kötü? Zayıf mı olur insan duygularını açığa vurduğunda? İçinden geçeni hissettirdiğinde? Aslında insanın buna ihtiyacı yok mu?”

“Ölümü, öldürmeyi yöntem olarak seçen insanlar güzel bir dünya kurabilirler miydi?”

“Biliyor musun genç arkadaşım, eski zamanlarda insanlara verilen iki büyük ceza vardı, bir idam, diğeri sürgün. En büyük cezalardan bir insanın doğduğu yerden başka bir yerde yaşamaya zorlanmasıymış ve bugünün insanları bunu seçiyor işte, hem de gönüllü olarak.”

“Doğa ne kadar ustaydı ne kadar mükemmel şeyler yaratıyordu. İnsan dedi bu kusursuz doğada ne kadar eksik ne kadar zavallı bir mahluk!”

YORUMLARIMIZ

Bedi Gümüşlü'yü tanımaktan ve kitabı Mivvel'i okumaktan memnun olduk. Kitabın genel olay kurgusunu, karakterlerini ve mekânlar, eşyalar, renkler, sesler, kokular üzerine tasvirlerini  çok beğendik.  

İnsan; güçlü-güçsüz, cesur-korkak, iyi-kötü, ölümlü, zayıf, başkalarına ve sevilmeye muhtaç.

Keyifli okumalar/ Havalı okurlar


10 Mayıs 2023 Çarşamba

 HAVALI OKURLA NİSAN 2023 NİSAN KİTABIMIZ

AH ANNE/ FAZLI NECİP


KİTAP HAKKINDA

Ah, Anne romanı takıntılı, mazide yaşayan bir anne ile yüzü geleceğe dönük oğlu arasındaki çatışmayı konu edinir. İstanbul’un kalburüstü ailelerinden birine mensup olan Nedim, anne baskısı altında, neredeyse kimseyle görüştürülmeksizin eski usullerle büyütülmektedir. Fakat Nedim’in hayalleri büsbütün başkadır, o Batılı bir eğitim almak ister. Sonunda kazananlar oğullarını kendilerine saklayan, kendi mutluluklarından başka bir şey düşünmeyen anneler mi yoksa yenilik yanlısı sevdalılar mı olacak? Kendi kararlarını verebilen kadınlar mı yoksa evinden çıkmayarak boyun eğenler mi? Yanıtlar yaklaşık yüz yıldır dergi sayfalarında bugünün okuruyla buluşmak için bekleyen romanın satırları arasında gizli.

FAZLI NECİP KİMDİR?

Gazeteci, yazar (D. 21 Nisan 1864, Selânik - Ö. 19 Haziran 1932, İstanbul). Selanikli Abdurrahman Nafiz Bey’in oğludur.  İlk ve ortaöğrenimini Selânik’te tamamladıktan sonra avukatlık sınavı verdi. Aynı şehirde bir süre avukatlık ve öğretmenlik yaptı. Bu sıralarda İstanbul gazetelerine de “Selanik Mektupları” göndermek sureti ile yazarlığa başladı. Asır (1896, sonradan Yeni Asır) gazetesini çıkardı. Rumeli’de büyük bir prestij kazanan bu gazetenin 1909 tarihine kadar başında bulunarak binlerce başmakale yazdı.

 

1909’da (Dahiliye Nazırı Talât Beyin zamanında) İstanbul’a gelerek Matbuat Umum Müdürlüğü görevinde bulundu (1909-12). Bu görevden emekli olunca Tütün Rejisi (Tekel) İdaresinde çalıştı. İttihad ve Terakki Partisinin çalışmalarına da katılmış olan Fazlı Necip, Cumhuriyetten sonra Türk Hayatı (1925) adlı bir dergi çıkarmıştı. Gazeteciliği ve romanları dışında tarih, coğrafya alanında yayımlanmış kitapları telif ve çeviri olarak kırk civarındadır.

 

ESERLERİ:

 

MEKTUP: Mektûbat (Beşir Fuat’la yazışmaları, 1888).

 

ROMAN: Tebessüm (1889), Cani mi Masum mu (1889), Dilâver (1902), Menfâ (1909), Dehşetler İçinde (3 cilt, 1909), Küçük Hanım (2 cilt, 1910), Türk Kızı (1925), Saraylarda Mecnunlar (1928), Külhani Edipler (1930).

 

ARAŞTIRMA-İNCELEME: Mufassal Coğrafyayı Umumî, Tarih-i Tabiî, Usulü Sarf-ı Osmanî, Sanayi-i Cesime (1887), Aile Bütçesi: Medeni Hayat Bilgileri (1934), Aile Sofrası, Aile Eğlenceleri.

 

DİL: Nev-Usul Sarf-i Osmani (1895).

 

YILLIK: Selanik Vilayeti Salnamesi 1307 (1892).

 

ÇEVİRİ: Mebahis-i Muhtasara-i Fenniye (1887), Nişanlı Bir Kızın Jurnali (1887), Familya Çocukları I-III (E. Sue’dan, 1887), Erbab-ı Mütalaa ve Tahrire Vesaya-yı Sıhhıye (1887), Valideyi Arayınız (Mme A. Ségalas’dan, 1888), Coğrafyayı Tabiî ve Politikî (1889), Mufassal Cofrafyayı Umumî (1891), Gönül Faciaları (1891), Hayalperver Bir Kadın (1892), Arsen Lüpen (6 kitap, 1910).

KİTAPTAN ALINTILAR

“Seyahat aydınlanmak ve bilgilenmek için en kestirme yoldur.”

“Ben muhite önem vermem anacığım. İyiliği, kötülüğü takdir edemeyen bir muhit istediği hükümleri verebilir. Ben ondan etkilenmem.”

“Bazı anneler evlatlarını evlendirecekleri zaman onların düşüncelerini önemsemez, yalnız kendi arzularına göre bir gelin veya damat seçer, bencilce bir inatla, bütün güçlerini kullanarak istediklerini yaptırır, çocuklarını bedbaht ederler”

“Ben dedikodudan uzak, huzurlu, samimi bir hayat yaşamak isterim...”

“Keşke bilsem ve okusam! İlmin fenası olmaz. Çince okumak bile faydalıdır.”

“Çocuk daima annesinin yanında, onun gözetimi altında camlık içinde yetiştirilen çiçekler gibi renksiz büyüyordu.”

“Her cemiyet layık olduğu hükümete mazhar olur.”

“Kadınları kafesler arkasında, peçeler altında saklamak onların namusunu, iffetini korumaya yetemeyeceğini binlerce vukuatla kanıtlanmıştır.”

“Özgürlük ve hürriyet fikirleri besleyen aydın fikirli insanlar için bu memlekette yaşamak felaket!”

"Sesi sedası çıkmayacak, kaynanasına esir gibi itaat edecek böyle bir gelin en tatlı hayaliydi."

“Ben annemi kurtarmak için istikbalimi, saadetlerimi feda ederek ümitler beslediğim aydınlık hayattan intihar ediyorum.”

“gönlünce, huzurlu bir hayat göremeyecek miydi?”

“Annesine olan hürmet ve muhabbet hislerini zehirliyordu. Ümitsizliklerinin acıları arttıkça buna

sebep olan annesine karşı hissettiği kırgınlık da BÜYÜDÜ.”

“Sık sık içini çeker, "Ah, anne" derdi.”

" Burada bizim için artık yeni bir hayat başlamalı, eski âdetler, ... , eski kafalar, her şey değişmelidir. Ancak bu sayede hem kendimizi hem vatanımızı kurtaracağız... "

"Artık annesinin kanadı altından çıkmak, kendi kanadıyla uçmak hevesi duyuyordu."

YORUMLARIMIZ

Geleneksel bir ailede büyümüş, batılı fikirlere alışmamış Nazmiye Hanım'ın; onun tam tersi, İngilizce eğitimi almış, hayatını batıya uygun uyarlamış oğlu Nedim'in fikirlerinin çatışmasını görüyoruz. Nazmiye Hanım oğlunu sessiz, sözünü geçirebileceği bir kızla evlendirmek ister. Ancak Nedim küçüklüğünden beri Rezzan'ı sevmektedir, onunla evlenmek ister. Rezzan, Nazmiye Hanım'ın istediği tarzda bir gelin değildir ve Nazmiye Hanım oğluna istediği kızla evlenmesini yoksa evden gidip oğlunu terk edeceğini söyler. Nedim'in bu tutum karşısında ve sonrasında neler yaptığını okuyoruz. Aşk mı ? Yoksa anne mi? Okurken bu yaşanan ikilemi sorguluyoruz...

Roman, sade ve akıcı anlatımıyla sıkılmadan sonuna kadar bir çırpıda okunuyor. Yeşilçam filmi tadında, eski-yeni çatışması, aşk, entrika, hasret, acı, gözyaşı, mutluluk ne ararsanız var, okuması kolay, insanı yormayan bir anlatımı var.

Yazar Fazlı Necip Bey ve baş kahramanımız Nedim ile benzerlikleri olduğunu düşünüyorum. Kendisi de medeni yeniliklerden yana ve eğitimli bir kimsedir. Romanın 1906 da yazıldığını düşünürsek, dönemin aydın, modern, okuyan, yenilikçi bir insan olduğunu düşünüyorum. Belki de hayatında hiç kavuşamadığı bir Rezzan vardı.

Sonunda üç şey önemlidir:
"Ne kadar sevdiğin, ne kadar nazik yaşadığın ve senin yazgında olmayan şeylerden nasıl zarafetle vaz geçebildiğin" Buddha

Keyifli okumalar. Safiye



 HAVALI OKURLAR MART 2023 KİTABIMIZ

SULA/ TONİ MORRİSON


KİTAP HAKKINDA

Toni Morrison'un, En Mavi Göz ve Katran Bebekten sonra yayın evimizde yayınlanan üçüncü romanı. Sula, Nobel jürisine göre Bir ayrıntılı çizimdir, Siyah Venüs'ün kurban edilişidir. Sula, Toni Morrisonun yapıtlarında, her çareye başvuran, her şeyi göze alabilen kadın kimliğinin, kadınlar geleneğinin ilk temsilcisidir. Toni Morrisonun bu dokunaklı romanı, kendilerinin beyaz ve erkek olmadıklarını kısa süre içinde kavrayan iki Zenci kahraman Mel ile Sulanın hayatlarını çocukluktan başlayarak yollarının ayrıldığı kadınlığa geçiş yıllarına, daha sonra yollarının yeniden kesiştiği günlere kadar izliyor. Nel Wright doğduğu yerde kalmayı, evlenip çocuk yetiştirmeyi, Zenci topluluğunun bir direği olmayı seçen 'klasik' bir kadındır. Sula ise kasabadan ayrılarak yüksek okula gider; asidir, dostlarının kocalarını (Nel'in kocası Jude'ü bile) ellerinden alan bir iblis, Beyazlarla yatan bir 'orospu', cemaatin bütün iş ilişkilerini, bütün ahlak kurallarını tehlikeye atan bir büyücüdür. Toni Morrison, kadınlar arasında cinselliğe dayanmayan o gizemli dostluğu ele almış, iki kadın arasındaki dostluğun tansıklı yanını göstermek istemiştir: Bu dostluk öylesine önemlidir ki hiçbir küçük ihanet, 'koca'nın çalınması bile bunu bozmamalıdır.

TONİ MORRİSON KİMDİR?

Toni Morrison, 18 Şubat 1931 yılında Ohio, Amerika'da dünyaya gelmiştir. Howard Üniversitesinde lisans eğitimini tamamladıktan sonra Cornell Üniversitesinde yüksel lisansını yapmıştır.

 

Daha sonra tekrar Howard üniversitesinde kısa bir süre İngilizce öğretmenliği yapan Toni Morrison, 1957 yılında Jamikalı mimar Harold Morrison ile evlenmiş iki oğlu olduktan sonra 1964 yılında boşanarak Random yayınevinde editörlük yapmaya başlamıştır.

 

Yazarın ilk romanı En Mavi Göz 1970 başlarında, Sula isimli eseri ise 1973 yılında yayımlanmıştır. 1977 yılında yayımladığı Süleyman'ın Şarkısı yılın en iyi romanı seçilmiştir.

 

Yazdıkları ile Afrikalı Amerikalı insanların yaşamını anlatan Toni Morrison, Amerikan romancılığının en önde gelen temsilcilerinden sayılmaktadır. 1993 Nobel Edebiyat Ödülünü aldıktan sonraki ilk romanı ise Cennet'tir.

KİTAPTAN ALINTILAR

“...Ölümün rastlantısal olduğuna inanmıyorlardı, hayat öyle olabilirdi, ama ölüm ne yaptığını biliyordu...”

“...Öfkeyi iyi biliyorlardı, ama umutsuzluğu hayır, hangi nedenden canlarına kıymıyorlarsa aynı nedenden dolayı günah işleyenleri taşlamıyorlardı, bunu kendilerine yakıştıramıyorlardı...”

“...yalnızlık bana ait. Senin yalnızlığınsa başkasının. Başkasının yapıp eline tutuşturduğu bir şey. Bu önemli değil mi? Elden düşme bir yalnızlık...”

..."-Hâlâ her şeyi sen bileceksin, öyle mi?

-Ben her şeyi bilmiyorum, her şeyi yapıyorum, o kadar.

-E, benim yaptığımı yapmıyorsun.

-Senin hayatını yaşamıyorum diye nasıl 1hayatının olduğunu bilmediğimi mi sanıyorsun? Bu ülkede bütün siyahi kadınların ne yaptığını biliyorum.

-N'apıyorlarmış?

-Ölüyorlar."

“...Acaba, diyordu, bu insanlar ne zaman hayvan olmaktan kurtulacaklar,

katırdan öte  bir şey olmayı başaracaklardı...”

"Birileri sizi bırakıp gitmeden önce onları özlemek düpedüz bahtiyarlıktır."

“Onu korkutan ölüm ya da ölmek değildi, bunların insanı hiç beklemediği bir anda yakalayışlarıydı.”

" Çünkü birtakım duygular insanın ayakta durmasını gerektirir."

“Nelerimizi değiş tokuş etmiyorduk ki! Zaman, yiyecek, giysiler, kahkahalar, anılar - ve elbette, korkusuzluk. Özellikle korkusuzluk, çünkü altmışların sonlarında ölmüş, hapse atılmış, susturulmuş öyle çok insan vardı ki geri dönmek diye bir şey yoktu çünkü o zamanlar geri dönülecek yer yoktu.”

“Hoş bir ağlamaydı bu -bağıra bağıra, uzun uzun- ama dibi yoktu, tepesi yoktu, salt halka halka olmuş bir keder vardı.”

YORUMLARIMIZ

Bir kadın olarak kadınlar ve aralarındaki ilişkiyi, bir siyahi olarak da ırkçılığı ustaca anlatması ile bilinen yazarımız Toni Morrison.

SULA; Ergenliğinden genç kadınlığa giden süreçte anlatılıyor.

1) Gözünün üzerinde doğum lekesi var.

2) Eksik dişi yok.

3) Yaşını göstermiyor.

4) Bel çevresi yağlanmamış.

5) Hiçbir hastalık geçirmemiş.

6) Çocukken çok yaramaz.

7) Üzerine ne sivrisinekler ne de keneler konmuş.

8) Kendine özgü

9) Para, mal, mülk, hırs yok.

10) Dişil enerjisi yüksek.

11) Bir çok yönden anneanne Eva'ya benziyor.

12) Eğitimli.

13) Ele avuca sığmaz bir genç kadın.

Toni Morrison bu kitabında bizi, yirminci yüzyılın ilk yarısında yaşanan olaylar için ABD'deki Medallion City adlı kasabaya, özellikle de kasabanın siyahilerin yaşadığı bölgesi olan Taban'a götürüyor. Bu kasabada yaşayan ve gittiği her yere, her kişiye kötülük bulaştıran Sula ismindeki siyahi bir kadının dramatik hikayesini bizlere anlatıyor. Yazar bu konuyu anlatırken yine her kitabında olduğu gibi önce , ana karakterin etrafındaki tüm kişilerin ayrı ayrı biyografilerini yazarak, aynı zamanda da toplumun o dönemdeki yaşantısına ve olaylara geniş yer vererek bize aktarıyor. Siyahilerin beyazlardan gördüğü eziyetin yanı sıra siyahi toplumun kendi içinde birbirlerine yaptıkları eziyete de geniş olarak yer veriyor. Ana temalar ise siyahilerin zor olan yaşantısının yanında, özellikle siyahi kadın olmanın verdiği daha da zor yaşam koşulları ve batıl inançlar.

Birbirinden farklı yaşamlara sahip kadınlar büyük bir öneme sahiptir. Kitap kadınlar üzerine kuruludur. Erkekler ise sadece o kadın karakterleri geliştirmek için yan karakterlerde bulunurlar. Her ne kadar önemsiz gibi dursalar da olayların gidişatında büyük rollere sahiptirler. Kimi zaman kadın karakterlerin ileriye kimi zaman da geriye doğru gelişmelerine neden olurlar. Sula ise bu aralıkta sürekli bocalayan bir kızdır. Nelli ise bir dönem bocalar daha sonra kendine uygun bir eş bulup yuva kurunca ve çocuklara sahip olunca ileriye doğru bir gelişme gösterir. ancak hepsinin ilerleyişi ya da gerileyişi birbirlerine bağlıdır. Aralarında birbirlerinin bile farkında olmadığı bir bağ var.

Keyifli okumalar. Behna





 HAVALI OKURLAR ŞUBAT 2023 KİTABIMIZ

YENİ HAYAT/ ORHAN PAMUK



KİTAP HAKKINDA

“Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.” Orhan Pamuk’un coşkulu, lirik ve sihirli romanı Yeni Hayat bu sözlerle başlıyor. Okuduğu bir kitaptan sarsılarak etkilenen, sayfalardan neredeyse fışkıran ışığa bütün hayatını veren ve kitabın vaat ettiği yeni hayatın peşinden koşan genç bir kahramanın olağanüstü hikâyesi bu. Kitabın etkisiyle âşık oluyor, üniversite öğrenciliğinden uzaklaşıyor, İstanbul’dan ayrılıyor, bitip tükenmeyen otobüs yolculuklarına çıkıyor, taşra şehirlerine doğru savruluyor. Onunla birlikte ve aynı hızla sürüklenen okuyucu, kahramanın okuduğu kitabı değil, başından geçenleri izleyerek bize özgü bir hüznün ve şiddetin ta kalbinde buluyor kendini. Siyah-beyaz televizyonlu kahvelere, video seyredilen otobüslere, trafik kazalarına, siyasi kumpas ve cinayetlere, bayi örgütlerine, paranoyakça kuramlara, saat kadar dakik muhbirlere, kaybolan eski eşyaların şiirine ve taşranın öfkesine uzanan bu harikulade yolculuk, Orhan Pamuk’un çağdaş dünya romanının en özgün yaratıcılarından biri olduğunu bir kere daha kanıtlıyor. Bir yandan Hayat’ın, Eşsiz Anlar’ın, Ölüm’ün, Yazı’nın, Kaza’nın sırlarına, bir yandan da çocukluğun resimli romanlarına, bir belirip bir kaybolan arzu meleğine ve Dante’nin, Rilke’nin şiirlerine açılan benzersiz bir roman. Hayatla okumanın kesiştiği alanda seyreden ve her sayfada katman katman genişleyen sarsıcı bir yol hikâyesi.

ORHAN PAMUK KİMDİR?

Nobel Edebiyat ödüllü Orhan Pamuk 1952 yılında İstanbul’da doğmuştur. Amerikan Lisesi olan Robert Kolejinden mezun olmuştur. 3 yıl İstanbul Teknik Üniversitesinde Mimarlık Bölümünü okumuştur. Üç yılın sonunda üniversiteyi bırakmıştır.

 

İstanbul Üniversitesinde Gazetecilik Bölümünü okumuştur. Okulu bitirdikten sonra gazetecilik yapmamıştır. Kendisini roman yazmaya adamıştır. 30 yıl boyunca sadece yazarlık yapmıştır. Yurt dışında üniversitelerde ders vermeye devam etmektedir.

 

Orhan Pamuk Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan ilk ve tek Türk yazardır. Romanlarını büyük bir titizlikle yazmıştır. Bunun için çok okuyup çok araştırmıştır. Roman yazmaya büyük önem verdiği için adı romanla özdeşleşmiştir.

Romanlarında genellikle iç konuşmalara yer vermiştir. Tarih, felsefe, gazete ve şiir gibi değişik metinlerden alıntılar yapmıştır. Romanlarındaki zaman kavramı eskiye dönüşlerle ya da geleceğe gidişlerle şekillenmektedir.

Orhan Pamuk eserlerinde Türk kültürüne, kültür ve inançlarına ve eski motiflere sıkça yer vermiştir. Bunu yapmasındaki temel amaç batı taklitçisi olmak istememesindendir.

 

Tanzimat dönemindeki teknik hata olan okuyucuya bilgi verme Orhan Pamuk romanlarında da görülür. Romanlarında çok okuyup araştırdığı için ansiklopedik bilgiler ağır basmaktadır.

Sığ ve basit cümle kurmayı sevmediği için uzun cümleleri çok fazla kullanmıştır.Yazar genellikle dağınık bir dil kullanmıştır. Ancak kurgulamadaki başarısı oldukça yüksektir.

 

Postmodernizm akımından etkilenmiştir. Eserlerini bu çerçevede yazmıştır. Başlarda belirsiz gibi gelen olay örgüsü sonradan kendini belli etmektedir. Etkilendiği akımın yanında anlatım teknikleriyle de dikkat çekmektedir.

Orhan Pamuk romanlarında aydın kesimi anlatmıştır. Zor anlaşılan romanlar yazması onun en büyük özelliklerinden biridir. Doğu-Batı sorununu işleyen yazar felsefi ve kültürel açıdan olaylara bakmıştır.

2006 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü alarak bu ödülü alan ilk Türk vatandaşı olmuştur.

KİTAPTAN ALINTILAR

“Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.”

“Ne kadar da sihirlidir, değil mi, bir an dünyayı, gözlerimiz denen anahtar deliklerinden değil de, başka bir mantığın merceğinden görmek. Akıllı çocuklar bunu anlar, akıllı büyükler buna gülümser...”

“Benim gibi hayatı kaymışlarda hüzün, zeki olmaya çalışan bir öfke olarak gösterir kendini. O zeki olma isteği de en sonunda her şeyi berbat eder.”

“Aşk birisine şiddetle sarılma, onunla aynı yerde olma özlemidir. Onu kucaklayarak, bütün dünyayı dışarda bırakma arzusudur. İnsanın ruhuna güvenli bir sığınak bulma özlemidir.”

" Hayat ne kadar da kırık dökük."

“Bütün acımasızlığıyla ağır ağır yol alan bir tren gibi, hayat ruhumuzu ve gövdemizi ufalayarak geçerken sessiz durmak, ağzını açıp tek söz söylememek, neye yarar Allah aşkına?”

“Sırrını biliyorsan, ona doğru yol alıyorsan, hayat güzeldir.”

“İyi bir kitap bize bütün dünyayı hatırlatan bir şeydir.”

“Hayat güzel bir şey. Bütün dertlere bütün kedere rağmen, mutlu olmaktan ne korkuyorum, ne de utanıyorum.”

“Ruhumu açacağım kişileri kitaptaki dünyada yaşayan gölgeler arasından seçecektim.”

"Bir insanı özlüyor olmanız, ona dönmeniz gerektiğini göstermez. Bazen özlemeniz gerekir. Bir sabah uyanıp artık özlemediğinizi fark edene kadar…"

“...’Seni kitaba bağlayan şey nedir?’ diye sordu.

Bir ilhamla, ‘kitabı senin okumuş olman,’ demek isterdim…”

“Bir kitap okudum, seni buldum.

Ölmek buysa ben yeniden doğdum.”

“Yol aldıkça, şehirden şehire gittikçe, bir gün, bir gece bir otobüsün penceresinden, melekle göz göze geleceğimi bilirim. Onları görebilmek için bakmasını bilmek lazım.”

"Aşk teslim olmaktır. Aşk, aşkın sebebidir. Aşk anlamaktır. Aşk bir müziktir. Aşk ve soylu yürek aynı şeydir. Aşk hüznün şiiridir. Aşk kırılgan ruhun aynaya bakmasıdır. Aşk geçicidir. Aşk hiçbir zaman pişmanım dememektir. Aşk bir kristalleşmedir. Aşk vermektir. Aşk bir çikleti paylaşmaktır. Aşk hiç belli olmaz. Aşk boş bir laftır. Aşk Allah'a kavuşmaktır. Aşk bir acıdır. Aşk melekle göz göze gelmektir. Aşk gözyaşlarıdır. Aşk telefon çalacak diye beklemektir. Aşk bütün bir dünyadır. Aşk sinemada el ele tutuşmaktır. Aşk bir sarhoşluktur. Aşk bir canavardır. Aşk körlüktür. Aşk yüreğin sesini dinlemektir. Aşk kutsal bir sessizliktir. Aşk şarkılarda konu edilir."

YORUMLARIMIZ

"Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti"

"Aynı masalları dinlemelerine rağmen ötekiler hiç böyle bir şey yaşamadılar."

Yazarın bize verdiği bu bilgiler ışığında, uzunca bir süre çıktığı yolculuk hikayesini okuyoruz. Bu yolculukta o kadar çok obje, olay karşımıza çıkıyor ki bunların bize neyi ima ettiğini, nasıl bir çıkarım yapabileceğimizi düşünmekten okuma eylemine odaklanmada güçlük yaşıyoruz.

Geçiyor yolculuk; otobüsler, otogarlar, yolcular, o yıllarda otobüslerde seyredilen videolar, saatler, zaman, demir yolları, bayilikleri alınan ürünler, dergiler, Rıfkı amcanın resimli kitapları, itfaiyeciler, çikletler, karamela şekerleri, otobüs kazaları ve Melek...

Bu otobüs yolculukları neyi ifade ediyor? Yolcu neyi arıyor?

Bu bir arayış yolculuğu ve yolcumuz hikayeyi anlatan yazar, 22 yaşında.

Öğrencilik yıllarında okuduğu kitabın etkisiyle yola çıkıyor ve yine kitap sayesinde tanıştığı Canan'ı seviyor. Yola çıkma amaçlarından biride Canan'ı sevgiliyi aramak, bulmak. Canan'da o yolculukta o sevgiliyi Mehmet'i arıyor. Yazar Canan'ı buluyor ama kavuşamıyor. Birlikte devam eden yolculuklarında arayış devam ediyor. Yazar Meleğe Canan'ı anlatıyor, onunla yeni bir hayat kurmayı planlıyor ancak Canan eski hayatında olduğu gibi Mehmet'i bulup onunla devam etmeyi planlıyor.

Yazarın, Canan'ın ve Mehmet'in hayallerine, planlarına okudukları kitap yön veriyor. Kitabı yazanın yazarın babasının  Rıfkı amca olduğunu öğreniyoruz. Yazar çocukken Rıfkı amcanın ona sen çok akıllı bir çocuksun, ben senin hayatını yazacağım dediğini hatırlıyor. Kitap Rıfkı amcanın sağlığında yasaklanıyor ve toplatılıyor. Ancak birkaç tanesi planlar dahilinde kişilere ulaştırıp okutuluyor. Sonrasında Mehmet'in kitabı el yazmasıyla çoğalttığı da öğreniyoruz. Ayrıca  Canan ve yazara kitabı ulaştırıp okumalarını sağlayan da Mehmet. Yazar kitap ve Canan'ın Mehmet'i sevmesi nedenleriyle Mehmet'e öfkeli.

Bir noktada yazar Mehmet'i aramaya tek başına devam ediyor. Kitabı okuyan Mehmet isimli tüm okurlara gidiyor. Mehmet'i  bulduğunda onunla konuşuyor ve kendince ona olan öfkesini ifade ediyor.

Bu olaydan sonra yazarın adının Osman olduğunu öğreniyoruz. Sanki yazar kendini bulmuş gibi. Sanki kendini anlamış yolculuklarına son vermiş, arayışlarını bitirmiş, okuluna devam eden, düzenini kurmuş biri olarak karşımıza çıkıyor. Sonrasını okuyucuya seslenerek, onlarla konuşarak, dertleşerek anlatıyor. Kitabın sırrına ulaşmak "melek" kimdir ,nedir sorularına cevap bulmak için tekrar bir arayış yolculuğuna çıkıyor. Bu yolculukta sırları çözüyor ancak sırların kendi hayatının içinde olduğunu ve geri dönmek istediğini anladığı anda yolculuk bitiyor.

"Bir kitap okudum tüm hayatım değişti"- KİTAP

"Zaman dedim bir kazadır, bir kaza sonucu buradayız. Dünyada olmakta öyle"-KAZA KADER

"meleğin gözleri her yerdedir, her şeydedir, her zaman oradadır. Gene de ama biz zavallılar bu gözlerin eksikliğini çekeriz. Unuttuğumuz için mi, irademiz gevşediği için mi, hayatı sevmediğimiz için mi? Yol aldıkça şehirden şehire gittikçe bir gün, bir gece bir otobüsün penceresinden melekle göz göze geleceğimi bilirim. Onları görebilmek için bakmasını bilmek lazım. Bu otobüsler insanı istediği yere en sonunda götürür. Otobüslere inanıyorum. Meleğe de bazen, hayır  her zaman inanıyorum, evet her zaman, hayır bazen"-MELEK

"Bunun hayatımın sonu olduğunu anladım. Oysa ben evime dönmek istiyor yeni bir hayata geçmeyi, ölmeyi hiç mi hiç istemiyordum."- Yeni bir hayat, ölümden sonra hayat- AHİRET

Daha başka nasıl anlatılabilir ki... MUHTEŞEM

Orhan Pamuk bir röportajında "Hayat bir yolculuktur. Bu yolculuğun amacı da bir mana aramaktır" diyor. Bu yolculuğun sonunda ölüm var. İleri yaşlarda ölüm olgusuna odaklanmaktansa  yirmi beş yaşındayken ölümü düşünmek marifet. Ölümü düşünmek hayatın her bir dakikasının  ne kadar değerli olduğunu. onu olabildiğince iyi geçirebilmek gerektiğini ve o mana denilen bilgiye, doygunluğa ulaşmak gerektiğini, boş şeylerle vakit kaybetmemek gerektiğini anlamaktır. Ölüm birey olma, değerli olma duygusunu hatırlatır. Ölüme karşı iki tepki var. Biri sosyal hayata, kalabalığa, arkadaşlara kapılıp ölümü unutmak. Diğeri ise yalnız kalıp metafizik konuları, dini konuları, felsefi konuları düşünmek diyor. Ve kendisinin ikinciden yana olduğunu söylüyor.

Hayatınızın manasını bulduğunuz bir yaşamınız olmasını dilerim. Selma