MIVVEL/ BEDİ
GÜMÜŞLÜ/ EKİM 2021'DEN KİTABIMIZ/ HAVALI OKURLAR
KİTAP HAKKINDA
Mıvvel, polisiye örgüsü olan, Ankara`dan Antakya`ya,
Suriye`den İstanbul`a uzanan politik bir roman. Bedi Gümüşlü`ye 2010 Everest
İlk Roman Ödülü`nü kazandıran Mıvvel, öğretim görevlisi Nebil`in kimliği
belirsiz bir kişi tarafından Ankara`da öldürülmesiyle başlıyor. Bir yandan
Nebil`in geçliğindeki sol bir örgütle ilişkisi, 70`li yılların eylemci gençliği
irdelenirken, bir yandan da gizemli cinayetin nedenine doğru adım adım
yaklaşılıyor. Sürpriz finaliyle soluk soluğa okunan tempolu bir roman Mıvvel.
Herkesleşmeyenlerin Hüzünlü Öyküsü: Mıvvel
Yusuf Çopur, “Mıvvel”in yazarı Bedi Gümüşlü ile konuştu.
Everest Yayınları artık geleneksel hale getirdiği “İlk Roman
Yarışması”yla edebiyat dünyamıza yeni değerler katmaya devam ediyor. Müge
İplikçi, Semih Gümüş, Erendiz Atasü, İnci Aral ve Cemil Kavukçu’dan oluşan
seçici kurul bu yıl Bedi Gümüşlü’nün Mıvvel (Arapça, uzun hava demek) adlı
romanını birinciliğe layık gördü. Bedi Gümüşlü’yle ilk romanı Mıvvel hakkında
konuştuk.
Bu sizin ilk romanınız. Mıvvel'in yazılış öyküsünden
bahseder misiniz?
Yaşadığımız ülkede son otuz-kırk yılda ortaya çıkan ekonomik
ve sosyal şartlara direnemeyerek çözülen “feodal” bir ailenin perspektifinden
bugünün kapitalist ilişkilerinin acımasızlığını yazmayı düşündüm uzun zaman. Bu
belki doğduğum ve büyüdüğüm yer olan Antakya’da tanık olduğum, beni etkileyen
bir olgu. Uzun zamandır hikâye yazıyorum ve hikâyelerimdeki sıradan, yenik
insanlar temasının öğelerinden biri de buydu. Mıvvel, bu tema ile toplumu
değiştirmek üzere yola çıkan insanların hissettiklerini anlama çabasının
birleşmesiyle oluştu belki. Bu haliyle Mıvvel, bana kalırsa, ülkemizin son
yirmi beş-otuz yılında kapitalizmin ekonomi dünyası kadar sosyal alandaki insan
ilişkilerine sızmasının toplumu değiştirmek isteyenler ve diğer herkesin
üzerindeki etkilerini, yarattığı tahribatı anlamaya çalışıyor. Başta kafamda
iki cümle vardı sadece; ikisi de romanda geçiyor zaten. Biri, artık sadece
hasta yaşlıların ölümü beklediği eski bir ağa evinin bir üyesinin, evin
duvarına kazma sallarken, “bu hastane eskidi, yıkıp yenisini yapacağım” deyişi,
diğeri ise, büyük bir şehirde, gelip geçen insanların umursamadığı bir
gösterici topluluğunun yalnızlığına bakarak, “bu insanların da var olması
gerek” diyen bir genç kızın cümlesi.
Önce bu iki cümleyi söyleyecek karakterleri yazdım, diğerleri bunun
ardından geldi ve roman iki yılda bitti.
“Elimde silah varsa ben artık ben değilim.” Belki de
kitabın cümlesi bu. Biraz açar mısınız?
Bu tespite katılıyorum, ama belki bu cümlenin yanına, sevgin
fedakârlık taşıyorsa sevgidir ve hayatı ancak böyle bir sevgi ile
değiştirebilirsin, cümlesi de eklenmeli. İlk cümleyi açmak gerekirse, hayatı daha iyiye daha güzele doğru
değiştirmek isteyenlerin nasıl yol alması gerektiği ile ilgili de
düşünmelerinin önemini vurgulamaya çalışıyor. Öldürmek eylemi üzerine kurulan
bir dünya nasıl mutlu bir dünya olabilir? Başkalarını mutsuz ederek nasıl mutlu
olunabilir? Bunları da soruyor bence.
Âşık olanların gözünden siyasete, geleceğe daha geniş bir
ifadeyle hayata bir bakış var kitapta. Günümüzde bu bakış açısına “nostaljik”
deniliyor. Ne dersiniz?
İnsanın en zayıf olduğu zaman âşık olduğu zamandır belki;
kendini en az saklayabildiği, hatta bazen saklama ihtiyacı bile
duymayabileceği, maskesini takmayı unuttuğu veya takmak istemediği. O aynadan
kırılarak yansıyan gerçeklik parçaları hayatın anlamı üzerinde fikir verebilir
bence. Çünkü gündelik hayatın içinde ölümsüzmüş gibi koşuşturan insanın arkaik
anlamdaki gerçek insana çok uzak olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden insana insan
olduğunu hatırlatmayı önemsiyorum; insanın ne kadar güçlü-güçsüz, cesur-korkak,
iyi-kötü vb. olabileceğini. Hayata aşkın, sevginin perspektifinden bakmak ise
“nostaljik” bulunmamalı, belki uzak, ama olması gereken bir şey gözüyle
bakılmalı. Çünkü etrafımız ilkel çağlardaki insanın aksine neredeyse ölümsüz
eşyalarla, makinelerle dolu olsa da insan olduğumuzu hatırlamalıyız; ölümlü,
zayıf, başkalarına, sevilmeye muhtaç olduğumuzu…
Mıvvel'de kadın karakterler daha görünür ve daha güçlü.
Aşkı, belki hayatı kadınlarla mı ya da kadınları aşkla mı anlatmak istediniz?
Bunun fark edilmesi beni mutlu etti. Öyle, çünkü sadece aşkı
değil, hayatın tümünü kadınları ön plana alarak anlatmak daha doğru geliyor. Bu
erkeğin önemsiz olduğunu göstermiyor aslında, belki taşıdığı fiziksel güce
oranla duygusal açıdan daha zayıf olmasının bir sonucu. Bu konuda aklıma
Sadi’nin dizeleri geliyor, hani İran sarayında bir zamanlar sultanın
gözdelerinden iken, zamanla unutulan Cihan Hatun’un, bir gün hamamda
yıkanırken, gönlünü almak için kendisine bir topak toprak atan sultana, isminin
dünya anlamına geldiğini hatırlatarak, “Cihan akan bir kaşanedir ki, boşunadır
onu bir toprak parçasıyla onarmaya çalışmanız” deyişi… Dizeleri yazan erkek
olsa bile, bu sözler ancak bir kadına söyletilebilirdi bence. Çünkü erkek için,
diyelim ki bu örnekte olduğu gibi,
birini kırdıktan sonra gönlünü almak o kadar basit ve mekanik bir şeydir
ki. Belki kadınları anlamak erkekleri anlamaktan daha güç. Mıvvel’de kadın
karakterler erkeklerden daha çok acı çekmiyor belki, ama daha hüzünlü gibiler,
bu onların daha karmaşık oluşundan kaynaklanıyor; bence hayatta da böyle.
Eserinizde mekânlar adeta karakterlerin ruhuna bürünmüş.
Mekânların, eşyaların da ruhu geziniyor satır aralarında. Okur, mekânlarla
tanıyor kahramanları, onların kokularıyla, eşyalarıyla…
Mekânlar, eşyalar, renkler, sesler, kokular üzerinde fazlaca
durduğumu, çok önemsediğimi söylemeliyim. Çünkü gerçek hayatta insanlar
bunlarla birlikte var olur ve eksikliklerinde anlatılanların da eksik kalması
kaçınılmazdır. Bence her mekânın, diyelim ki şehirlerin, bir şehirdeki
heykellerin, gecekonduların, evlerin, ağaçların söyledikleri, söyleyecekleri
vardır insanlara, insanların da onlara.
Bir gün, Ankara’da Yüksel Caddesinde genç bir lise öğrencisinin, yolun kıyısındaki
kısa boylu Memur Heykelinin yanından geçerken, heykelin başını sevgiyle
okşayarak, “Nasılsın, amca?” diye sorduğuna tanık olmuştum. İnsanın çevresiyle
ilişkisinin sadece var olan ve normal olarak açıklanabilecek bir ilişki
olmadığını düşünüyorum. Örneğin, romandaki insan mekân ilişkisindeki birçok
benzer ayrıntıda olduğu gibi, Gece Kokusu Çiçeğinin kokusunu, Müeyyet ile
Necva’nın aşkını anlatan en önemli öğe olduğunu hissettim (veya varsaydım)
yazarken. Kelimelerle bunu hissettirmeye çalışmak ise benim için gerekli bir
şeydi.
Günümüz dünyasının temel sorunlarından biri şiddet. Bu
kitapta buna dikkat çekiyorsunuz biraz da. Şiddetin kötülüğünü aşk merkezli bir
kurguyla anlatmak nasıl oldu?
Kuşkusuz ki, bir sanat işi olma iddiası taşıyan her ürün gibi
bu roman da sadece bazı konularda “iyi mesajlar” vermek üzere yazılmadı. Ama
hissedilenler yazılanlara yansıyor doğallıkla. Sonra yazılan veya üretilen her
şey belki de Ece Ayhan’ın dediği gibi, konuşmak üzere söz almaktır. Yine de
şiddeti aşk ile yargılamaya çalışmadım. Hayatın diğer yanları gibi, onu da
aşkın aynasında göstermeyi denedim sadece.
Şiddete “aşkla” bakmak ilginç bir bakış açısı…
Evet, aşkın bazı zamanlar taşıyabildiği şiddet ile şiddetin
kendisinin birleştiği anlar da vardır. Romanda Suat’ın Şeyda’ya duyduğu
hislerin yaralı birine yardım etmeyi engellemesi örneğinde olduğu gibi. Ama
sonuçta aşk sevmek üzerine kurulan bir duygu ve onunla şiddeti daha net olarak
göstermek de mümkün oldu denebilir.
Mıvvel'de farklı olanı, “öteki”ni anlama çabası dikkat
çekiyor. Çoğunluktan farklı düşünen, herkesleşmeyen (bunun için “deli” görünen)
kahramanların yalnızlık psikolojileri ustaca anlatılmış. “Deli”lik başa bela
günümüzde ne dersiniz?
Yazarken psikoloji ve psikolojik rahatsızlıklar üzerinde
epey okudum, ama bana bunlardan çok daha fazla, çocukluğumdan bu yana tanıdığım
“deliler” yardımcı oldu; sadece farklı oldukları, çoğunluk gibi düşünmedikleri
için öyle etiketlenen. Sonra tanıdığım “normaller”; her şeyin en doğrusunu
bildiğini sanan ve etrafında kendilerine benzeyen çok sayıda insan olduğu için
doğru düşündüğünden bir an olsun kuşku duymayan. Bu durumu romanda yansıtmaya
çalıştım gerçekten ve yaşanılanlara bir de “diğerlerinin” perspektifinden
bakılsın istedim; var olan hayatın başka bir açıdan yorumlanabileceğini, başka
bir boyutunun olabileceğini söyleyebilmek için.
Söyleşiyi Gerçekleştiren: Yusuf Çopur (15 Kasım 2010)
BEDİ GÜMÜŞLÜ
KİMDİR?
Antakya'da doğdu. Bedi Gümüşlü, hikâyeleri ile Gila Kohen
Öykü Yarışması’nda birincilik, Ümit Kaftancıoğlu Öykü Yarışması’nda mansiyon
ödülüne değer görüldü. Mıvvel romanı ile 2010 Everest İlk Roman Ödülü'nü
kazandı.
Bedi Gümüşlü'nün senarist yönü, 2016 yılında gösterime giren
Defne'nin Bir Mevsimi adlı filmin senaryosunda görülür. Filmde 12 Eylül
döneminde Antakya’nın kültürel, etnik ve dinî kozmopolit ortamında meydana
gelen değişim anlatılır.
KİTAPTAN
ALINTILAR
…” Nereye gideceğini bilmiyorsan bile çok iyi bildiği bir
yere, acelen varmış gibi yürümelisin,”…
“O akşam ikinci kez babası geldi aklına, kendisini esen
yelden koruyan babası, bu halde olduğunu bilse ne yapardı?”
“Bağırdıkça sloganın sözleri daha da anlamsız geliyordu. İşkenceyi
yapanlar da insan olduğuna göre, insanlık onuru kimi yenecekti? İnsanlıktan
çıkmış olanları mı yani?”
“Allah’ın cezası bir şey bu kapitalizm yani, olması ve
olmaması gereken her yerde var! Böyle bir yayılma özelliği ki… Çarpma işlemi
sanki! Nereye baksan karşında!
Ne olacaktı peki? Az buçuk kapitalizm mi olur?”
“Ne oldu peki? İktidara gelenler diğerlerinden farklı ne
yaptılar? Yeni mutlu dünyalarında!”
“Her zaman kahramanlarınız olacak, değil mi? Onlarsız olmaz
çünkü.”
“Sahi dedi içinden, neden bu kadar acı dolu oluyor bu
mıvveller?”
“Aşk insanın içinden bir alev yalımının geçmesi gibidir,
ondan sakınamazsın…”
“Alnımın ortasına yazılmış benim ezikliğim, fakirliğim;
gözlerimdeki utangaç, korkak, ürkek bakışlarda, titreyen ellerimde.”
“Halanı beğenmediler, Nebil… Ağlama hala. Ben seni çok
seviyorum. Ne olur ağlama, sen herkesten güzelsin. Annemden bile!”
“Ben sanat bir şey yapmaz demedim farkındaysanız. Sanat
izler ve yansıtır. Ama değiştirmez. Kendiliğinden yapar bunu. Sanatçının asıl
yaptığı gerçekliği kendince yorumlamak, yani kendi bakış açısıyla etrafındaki
dünyada yaşananlara bakıp yansıtmak ve çalışmalarını izleyenlere, eğer izleyen
varsa, bir de bu açıdan bakın, demektir.”
“Gücü eline alan her şeyi kontrol etmeye başlıyor ve geniş
halk yığınları buna ses çıkarmıyor.”
“Tanımadığım hiç kimseye düşman değilim. Tanıdıklarımla da silahla
savaşmayı canavarlaşmak olarak görüyorum. Hepsi bu.”
“İnsanların kendinden farklı olanı, farklı düşüneni
dışlamaları olamaz mı mesela? Öyle bir düzen kurulmuş ve bunu herkes kabul
etmiş ki, bu düzende zeki olmamak, fakir olmamak, yeni bir şey söylememek gerek.”
“Deliler birbirini bulur, diye mırıldandı kendi kendine,
deliler, manikler, depresifler, sonra bipolarlar, şizofreniler… Boşuna söylememiş
Camus ne zor, ne acı şeymiş insan olmak.”
“Ne ise o asalet! Bir bok alabiliyor mu?”
“Uzaktan bakıldığında yan yana parlayan şehir ışıkları
altında, yan yana ama birbirlerinden nasıl bu kadar uzak olabiliyordu insanlar?”
“Neden insanlar olduklarından farklı görünmeye çalışır? Açık
olmak çok mu zor? Çok mu kötü? Zayıf mı olur insan duygularını açığa
vurduğunda? İçinden geçeni hissettirdiğinde? Aslında insanın buna ihtiyacı yok
mu?”
“Ölümü, öldürmeyi yöntem olarak seçen insanlar güzel bir
dünya kurabilirler miydi?”
“Biliyor musun genç arkadaşım, eski zamanlarda insanlara
verilen iki büyük ceza vardı, bir idam, diğeri sürgün. En büyük cezalardan bir insanın
doğduğu yerden başka bir yerde yaşamaya zorlanmasıymış ve bugünün insanları
bunu seçiyor işte, hem de gönüllü olarak.”
“Doğa ne kadar ustaydı ne kadar mükemmel şeyler yaratıyordu.
İnsan dedi bu kusursuz doğada ne kadar eksik ne kadar zavallı bir mahluk!”
YORUMLARIMIZ
Bedi Gümüşlü'yü tanımaktan ve kitabı Mivvel'i okumaktan memnun olduk. Kitabın genel olay kurgusunu, karakterlerini ve mekânlar, eşyalar, renkler, sesler, kokular üzerine tasvirlerini çok beğendik.
İnsan; güçlü-güçsüz, cesur-korkak, iyi-kötü, ölümlü, zayıf, başkalarına ve sevilmeye muhtaç.
Keyifli okumalar/ Havalı okurlar