25 Aralık 2023 Pazartesi

 HER GECE BODRUM/ SELİM İLERİ/ ARALIK 2023

 

KİTAP HAKKINDA

Her Gece Bodrum, çağdaş Türk edebiyatının temel romanlarından biri... Edebiyatımızın en büyük ustalarından Selim İleri'yi geniş okur kitleleriyle buluşturan bu eser, yazıldığı günden beri tazeliğini yitirmedi, her kuşak tarafından yeniden keşfedilip okundu.

"Deniz çalkantılarla çarpıyordu kıyılara. İnsanlar, çılgın kalabalık, bir içgüdüyle, tutsakmışçasına kıyı kahvelerine çıkıyorlardı. Dünyanın bütün dilleri konuşuluyordu sokaklarda. Teknelerin yapıldığı sokakta, daracık sokaklarda, şimdi yürüdükleri yolda; her yerde konuşuluyordu. Hızarlar dönüyordu. Kimi çiçekler günbatımıyla kapatıyorlardı taçyapraklarını. Fırınlar çalışıyordu. Kargalar kaleye dönüyorlardı. Akşamüzeri kısaydı, ama inanılmaz bir hareketlilik göze çarpıyordu."

Her Gece Bodrum, çılgın kalabalıkların gerisindeki hüznü, içe kapanışı, cinsel yalnızlığı hissedenler için...


SELİM İLERİ KİMDİR?

Ali Selim İleri (d. 30 Nisan 1949, Kadıköy, İstanbul, Türkiye), Türk yazar, senarist, eleştirmen. Kadıköy'de doğan yazar, adını I. Selim'den aldı. Lise öğretmenleri Vedat Günyol ve Rauf Mutluay'ın etkisiyle edebiyata yöneldi. Lise ikinci sınıftayken Peride Celal'in Dar Yol (1949) romanından esinlenerek yazdığı Unutulmak adlı romanının yayımlanmasını için yayınevlerini dolaştı fakat reddedildi. 1967'de "Savaş Çiçekleri" adında bir öyküsü Yeni Ufuklar adlı dergide yayımlandı. 1968'da Günyol'un da yardımıyla öykülerinin yer aldığı Cumartesi Yalnızlığı/Güz Notları kitabı yayımlandı ve merhum babasına ithaf etti. 1970'lerin başında tanıştığı Halit Refiğ'in etkisiyle senaryo yazmaya başladı. 1971'de Cennetin Kapısı adlı ilk senaryosunu yazdı. 1973'te Destan Gönüller adıyla ilk romanı yayımlandı. Dostlukların Son Günü adlı öykü kitabıyla 1975'te yayımlanmasının ardından 1976'da Sait Faik Öykü Ödülü'nü kazandı. Günümüze kadar çeşitli türlerde birçok eser verdi.

 

Hayatı

Selim İleri, 30 Nisan 1949'da İstanbul'un Kadıköy ilçesinde doğdu. Selim ismini Yavuz Sultan Selim'den ötürü ablası Meral İleri koydu. Babası yüksek makine mühendisi Hasan Hilmi İleri, annesi ise ev hanımı Süheyla İleri'dir. 1953'te konuk profesör olarak Almanya'ya giden babası ailesini yanında götürdü.[3] İlkokula başlayacağı yıl aile İstanbul'a döndü. 1955'te Cihangir İlkokulu'nda birinci sınıfı okudu. Birinci sınıf bitmek üzereyken okumayı sökememiştir. Sonraki sınıfları ise Firuzağa İlkokulu'nda okudu. 1960'ta ortaokul eğitimini Galatasaray Lisesi'nde yatılı olarak aldı. Buradan ayrılıp önce Bakırköy Lisesi'ne ardından Atatürk Erkek Lisesi'ne kaydolur. Burada Kafka'yı Türkçeye kazandıran Fransızca öğretmeni, edebiyatçı Vedat Günyol ve edebiyat öğretmeni, yazar Rauf Mutluay, İleri'nin hayatına etki eder.

İleri, lise ikinci sınıftayken Peride Celal'in Dar Yol (1949) romanından esinlenerek yazdığı Unutulmak adlı romanının yayımlanmasını için yayınevlerini dolaştı fakat reddedildikten sonra Dünya gazetesinde de tefrika edilmemesiyle romanı yırttı. Cumhuriyet gazetesinin genç yazarların çalışmalarına şans tanıyacaklarını duyurmasıyla Karanlık Yüzlü Günün Aydınlığı adında bir roman yazıp gazeteye götürdü. Roman acemice bulundu fakat İleri'nin yetenekli olduğu ifade edildi. İleri, ikinci romanı Unutulmak'ı da götürdüğünde yayımlanması için Remzi Kitabevi'ne yönlendirildi fakat yayınevi basılması için gereken yeterliğe sahip olmadığı gerekçesiyle romanı yayımlamayı kabul etmedi. Bir başka romanını yine Cumhuriyet aracılığıyla Varlık Yayınları'na götürdü. Burada Yaşar Nabi Nayır yerli roman basmadıklarını söyleyerek romanı okumadan reddetti. Lise öğretmeni ve Yeni Ufuklar dergisinin yönetmeni Günyol'un yönlendirmesiyle öykü yazmaya başladı. Dergide Cemil Meriç, Ferit Edgü, Nermi Uygur, Orhan Şaik Gökyay gibi edebiyatçılarla tanıştı. Temmuz 1967'de "Savaş Çiçekleri" adında bir öyküsü yayımlandı. İki ay sonra "Bi Keman" adındaki başka bir öyküsü dergide yer aldı. 1968'da Günyol'un da yardımıyla öykülerinin yer aldığı Cumartesi Yalnızlığı/Güz Notları kitabı yayımlandı ve merhum babasına ithaf etti. Aynı yıl İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne başladı fakat 1972'de fakülteyi yarıda bıraktı.

1971'de ikinci öykü kitabı Pastırma Yazı yayımlandı. Kitap, Peride Celal'in Gecenin Ucundaki Işık (1963) romanının etkisi altındadır. Fakat yeterli ilgiyi görmez. 1970'lerin başında tanıştığı Halit Refiğ, Türk sinemasının yeni senaryo yazarlarına ihtiyacı olduğunu ve İleri'ye senaryo yazmasını önerdi. Böylece 1971'de Cennetin Kapısı adlı ilk senaryosunu yazdı. Yazdığı uyarlama bir senaryo Zeki Ökten tarafından Kadın Yapar adıyla filme çevrildi. İlk özgün senaryosu Bir Demet Menekşe'dir. Damsız Evler, Çürüme, Düşman Gözler ise filme çevrilmeyen senaryolarıdır.

1973'te Destan Gönüller adıyla ilk romanı yayımlandı. Dostlukların Son Günü adlı öykü kitabı 1975'te yayımlanmasının ardından 1976'da Sait Faik Hikâye Armağanı kazandı. Attilâ İlhan'ın teşvikiyle Bu Gece ve Her Gece adında bir roman yazdı ve İlhan'ın isteğiyle Her Gece Bodrum adıyla yayımlandı. 1977'de Türk Dil Kurumu Roman Ödülü kazandı. 1980'de Bir Denizin Eteklerinde öykü kitabıyla 1983'te ilk uzun öyküsü Son Yaz Akşamı yayımlandı. 1983 yılında yayımladığı Annem İçin adlı anı kitabında, annesinin yazarlık yaşamı üzerindeki büyük etkisini dile getirdi. Annesinin ölümüne kadar sekiz yıl süren alzheimer hastalığı yazarın yazarlık anlayışını değiştirdi ve yazarın yaşamında alkolün yeri arttı.

1981'de yazdığı Kırık Bir Aşk Hikâyesi senaryonun filme çevrilmesiyle 1982'de Sinema Yazarlar Birliği tarafından yılın en iyi senaryosu ödülüne layık görüldü. Ardından Seni Kalbime Göndüm ve Göl filmlerinin senaryolarını yazdı. Halit Ziya Uşaklıgil'in Aşk-ı Memnu'nun son sözünü romanına isim verdiği Yaşarken ve Ölürken, Milliyet Sanat tarafından yılın romanı seçildi. Aynı yıl Aşkı-Memnû ya da Uzun Bir Kışın Siyah Günleri adında bir inceleme kitabı yayımladı. Çağdaşlık Sorunları, Düşünce ve Duyarlık (1982), Seni Çok Özledim (1986), O Yakamoz Söner (1987), Perisi Kaçmış Yazılar (1996) gibi kitaplarında Türk edebiyatındaki sorunlara eleştirel gözle yaklaştı. 1983'te Ölünceye Kadar Seninim ve 1984'te Yalancı Şafak romanları yayımlandı fakat yeterli ilgiyi görmedi. 1985'te Saz Caz Düğün Varyete kitabını yayımladı. Asker kaçağı olan İleri, bedelli askerlik çıkacağı söylentileri üzerine gerekli parayı toplamak için Hürriyet'te Hayal ve Istırap adında romanını tefrika ettirdi. 1987'de bedelli askerliğin çıkmasıyla üç aylık askere gitti. Askerlik dönüşü senaryosunu yazdığı ve yönettiği Hiçbir Gece, sinemalarda gösterilmedi ve Antalya Film Festivali'nde ön jüri tarafından geri çevrildi.

1990'larda İleri, tiyatro oyunları yazdı. Cahide Sonku'nun hayatından uyarlama olan Cahide, Ölüm ve Elmas yazarın yazdığı ilk oyundur. Sonraki oyunu olan Allahaısmarladık Cumhuriyet 1997'de hem Afife Jale hem de Avni Dilligil ödüllerini aldı. 1998 sahnelenen Mihri Müşfik: Ölü Bir Kelebek oyunuyla Devlet Sanatçısı unvanını aldı. Türkiye Yazarlar Birliği Roman Ödülü'nü aldığı Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın'ı 1991'de yayımladı. Nahit Sırrı Örik'in Kıskanmak (1946) adlı romanından yola çıkarak yazdığı Cemil Şevket Bey/Aynalı Dolaba İki El Revolver 1997'de yayımlanırken 1999'da Ada, Her Yalnızlık Gibi, 2000'de Solmaz Hanım, Kimsesiz Okurlar İçin ve 2001 yılında Bu Yaz, Ayrılığın İlk Yazı Olacak'ı yayımlandı ve roman 2002'de Orhan Kemal Roman Ödülü kazandı.

2006 yılında Fotoğrafı Sana Gönderiyorum adlı kitabı ile öyküye geri döndü. 2007'de Hepsi Alev, Kapalı İktisat ve İstanbul Lale ile Sümbül adlarında üç farklı türde üç kitap yayımladı.

2021'de Erdal Öz Edebiyat Ödülü'nü aldı.

 

Eserleri

Öykü

Cumartesi Yalnızlığı (1968, Adam)

Pastırma Yazı (1971, Bilgi)

Dostlukların Son Günü (1975, Bilgi)

Bir Denizin Eteklerinde (1980, Altın)

Dostlukların Son Günü (1975, Bilgi) (1978 Sait Faik Hikâye Ödülü)

İlk Gençlik Çağına Öyküler I-II-III (Derleyen) (1980, Kültür Bakanlığı)

Eski Defterlerde Solmuş Çiçekler... (1982, Adam)

Son Yaz Akşamı (1983, Altın)

Kötülük, (1992, Remzi)

Fotoğrafı Sana Gönderiyorum (2006, Doğan)

Yağmur Akşamları (2011, Everest)

Roman

Destan Gönüller (1973, Hürriyet)

Her Gece Bodrum (1976, Bilgi) (1977 TDK Roman Ödülü)

Ölüm İlişkileri (1979, Bilgi)

Cehennem Kraliçesi (1980, Altın)

Bir Akşam Alacası (1980, Altın)

Yaşarken ve Ölürken (1981, Altın)

Ölünceye Kadar Seninim (1983, Altın)

Yalancı Şafak (1984, Altın)

Saz Caz Düğün Varyete (1984, Altın)

Hayal ve Istırap (1986, Altın)

Kafes (1987, Özgür Yayın)

Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın (1991, Can)

Kırık Deniz Kabukları (1993, Can)

Gramafon Hala Çalıyor (1995, YKY)

Cahide - Ölüm ve Elmas (1995, YKY)

Cemil Şevket Bey - Aynalı Dolaba İki El Revoler (1997, Oğlak)

Ada, Her Yalnızlık Gibi (1999, Oğlak)

Solmaz Hanım, Kimsesiz Okurlar İçin (2000, Oğlak)

Bu Yaz, Ayrılığın İlk Yazı Olacak (2001, Doğan)

Yarın Yapayalnız (2004, Doğan)

İstanbul Lâle İle Sümbül (2007, Doğan)

Hepsi Alev (2007, Doğan)

Daha Dün (2008, Doğan)

Bu Yalan Tango (2010, Everest)

Mel'un - Bir Us Yarılması (2013, Everest)

Sona Ermek (2017, Everest)

Deneme

Çağdaşlık Sorunu (1978, Günebakan)

Aşk-ı Memnu Ya Da Uzun Bir Kışın Siyah Günleri (1981, Yazko)

Düşünce Duyarlık (1982, Adam)

Kamelyasız Kadınlar (1983, Yazko)

İstanbul Yalnızlığı (1989, İstanbul Kütüphanesi)

Peride Celal'e Armağan (1996, Oğlak)

Perisi Kaçmış Yazılar (1996, İyi Şeyler)

Sepya Mürekkebiyle Yazıldı (1997, Oğlak)

Kurtuluş Savaşı ve Edebiyatımız (1998, Oğlak)

İstanbul Yıldızlar Altında (1999, Oğlak)

Kırık İnceliklerin Şairi - Behçet Necatigil (1999, Kaf)

Ay Hala Güzel (1999, Kaf)

Biten (İki) Yüzyıl (2000, Oğlak)

Evimizin Tek Istakozu (2000, Oğlak)

İstanbul Seni Unutmadım (2001, Oğlak)

Oburcuğun Edebiyat Kitabı (2002, Doğan)

Rüyamdaki Sofralar (2003, Doğan)

Uzak, Hep Uzak (2003, Doğan)

İstanbul'un Sandık Odası (2004, Doğan)

Kar Yağıyor Hayatıma (2005, Doğan)

Cengiz Tacer - Denizden Yana, Çölden Yana (2005, Milli Reassürans)

İstanbul Hatıralar Kolonyası (2006, Doğan)

İstanbul'un Tramvayları Dan Dan (2008, Doğan)

İstanbul İlk Romanımda Leylak (2009, Everest)

Oburcuk Mutfakta (2010, Everest)

Yaşadığım İstanbul (2012, Everest)

İstanbul Mayısta Bir Akşamdı (2014, Everest)

Edebiyatımızın Sevdiğim Romanlar Kılavuzu (2015, Everest)

İstanbul Bu Gece Yine Sensiz (2016, Everest)

Anı

Annem İçin (1983, Ada)

Hatırlıyorum (1984, Altın)

Seni Çok Özledim (1986, Özgür Yayın)

O Yakamoz Söner (1987, Ada)

Anılar; Issız ve Yağmurlu (2002, Doğan)

Oyun

Allahasmarladık Cumhuriyet

Ölü Bir Kelebek - Toplu Oyunlar (1998, Oğlak)

Şiir

Ay Işığı (1986, Özgür Yayın)

Söyleşi

Atilla İlhan, Nam-ı Diğer Kaptan (2002, İş Bankası)

Şimdi Seni Konuşuyorduk (2007, Doğan)

O Aşk Dinmedi (Ayşe Sarısayın ile) (2017, Everest

Senaryoları

2007 - Kilit (Sinema Filmi)

1999 - Kerem (TV Filmi)

1994 - Bir Aşk Uğruna (TV Dizisi)

1992 - Yedikuleli Mihriban (TV Dizisi)

1992 - Her Gece Bodrum (Sinema Filmi)

1990 - Yalancı Şafak (TV Dizisi)

1990 - Bir Yalnız Melek (Sinema Filmi)

1989 - Hiçbir Gece (Sinema Filmi)

1987 - Afife Jale (Sinema Filmi)

1982 - Seni Kalbime Gömdüm (Sinema Filmi)

1982 - Göl (Sinema Filmi)

1981 - Kırık Bir Aşk Hikâyesi (Sinema Filmi), diyaloglarını yazdı

1978 - Seninle Son Defa (Sinema Filmi)

1975 - Çapkın Hırsız (Sinema Filmi)

1974 - Askerin Dönüşü (Sinema Filmi)

1973 - Cennetin Kapısı (Sinema Filmi)

1973 - Bir Demet Menekşe (Sinema Filmi)

1972 - Yaralı Kurt (Sinema Filmi)

1972 - Kadın Yapar (Sinema Filmi)

1972 - Günahsızlar (Sinema Filmi)

Oynadığı filmler

1990 - Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordu (Sinema Filmi) 1990, Yazar

1991 - Şen Dullar (TV Dizisi)

Yönettiği filmler

1989 - Hiçbir Gece (Sinema Filmi)

1992 - Yedikuleli Mihriban (TV Dizisi)


KİTAPTAN ALINTILAR

“Bak, eşya, ne bileyim, anlamsız bir örnek, bıraktığımız gibidir eşya, her gece bizi bekler. Karanlıkta ışığı yakarsın, gündüz okuduğun kitap masanın üstündedir. Ben de böyleyim; bulduğun ve bırakacağın gibi.”

“Sevişirler sevgi nedir bilmeyerek, aşk nedir bilmeyerek.”

“Bütün kasaba yakut ışıltısıyla göz kamaştırırken insan nasıl da tek başına!”

“Bir daha sevmeyeceğim insanları. Telefon numaraları gibi unutuluyorum.”

''...yaşamayarak yaşlanıyorum...''

“...bir daha gidilmeyen bir ülkeydi çocukluk.”

“Dışa vurdu yalnızlık, dışa vurdu insanların acımasızlığı, kötülük dışa vurdu.”

“Konuşmadığımız sürece, bireyselliğimizi dışa vurmadıkça yalana ve kötülüğün dolanlarına saplanacağız. Bir hercaimenekşe değiliz ki, güzel görünsün yüzlerimize taktığımız maskeler. Bir kaya yengeci değiliz ki, birbirimizden ve ayak seslerimizden kaçalım. Bir kırlangıç sürüsü değiliz ki, sıcaktan sıcağa göç edebilelim...”

“Milyonda iki kişi rahat yaşasın diyeydi bu sömürü. Mutluluk milyonda iki kişi içindi. Herkes milyonda iki kişi uğruna çalışıp didiniyordu.”

“Sonra bir insanla yaşamı paylaşmak zordu; bu yüzden evlilik, bir evin dört duvarı gibiydi, pencereler kapanmış, hatta örülmüştü ve her gece karşınızdaki insanın bu kadar dar bir yerde sizden uzaklaştığını hissedecektiniz. Kimse dayanamazdı buna. Birbirine katlanma durumu, ya da birinin öbürüne katlanması. Yıkmak zor gelir insana, üşenilir.”

“...kurallarla sınırlandırılmıştı her şey. Kimse özgür değildi. İnsan yaşamını daha iyi, daha verimli kılamıyorsa özgürlüğünden konuşamazdı.”

“Dünyanın en çirkin ahlâkı: o üç maymun.”

“İnsan çevresinden kaçmak istiyordu kimi zaman. Bir yığın arkadaşlık, bir yığın kimsesizlik! Ayrıca insan kimsesizliği besleyebilir, ondan yeni bir sözcük, yeni bir dil yaratabilir. Böylece herkesin birbiriyle olan ilişkisi biter, tek başına kalmak, bu ortamda bir onura dönüşürdü.”

“Özenti, her şey özenti burada.”

“Bir tutanakçı gibiyim, çok eski ve unutulmuş bir tarihçiyim. Kendimin tarihini yazıyorum.”


YORUMLARIMIZ

Romanın genel özelliği, yaşamla barışık olmayan, huzursuz ve çevreleriyle sağlıklı iletişime geçemeyen kişilerin kendi iç dünyalarına gizlenmeyi tercih etmeleridir. Onun figürleri içinde yaşadıkları ortamın kültürüne yabancılaşmış ve en yakın çevreleriyle bile iletişim kuramayan kişilerdir. Aydınların daha çok iç dünyalarında yaşadıkları ayrılık, duygusal uzaklık ve sevgisizlik gibi kırılgan duyarlılıklarını anlatır.

 Cem ve Emine yaşanılan iletişimsizlik, yabancılaşma ve çelişkileri sorgulayan roman kişileridir.

Romanda burjuva kesimini temsil eden Betigül’ün İstanbul’daki kış eğlencelerinde tanışan gençler birlikte tatile gidiyorlar Bodrum’a. Cem, Tarık, Murat, Kerem, orada Betigül ve sevgilisi Haydar ile buluşuyorlar ve sonradan onlara Emine, erkek kardeşi Ahmet ve Ahmet’in İngiliz kız arkadaşı Katharina eşlik ediyor.  Roman boyunca da sanki bir kamera, kısa süreli zumlamalarla geriye dönüşler, iç monolog ve bilinç akışı tekniği yoğun şekilde kullanılarak başta Cem ve Emine’nin olmak üzere diğer kişilerin iç dünyalarını okura yansıtıyor.

On beş günlük bir tatil sürecinin sadece üç gününü anlatan roman, Cem’le Murat ve Tarık’ın İstanbul’a dönüşleriyle sona erer. Bütünüyle içsel konuşma tekniğine ( bilinç akışı) dayalı bu dönüş sahnesinde Cem iç duyarlıklarından uzaklaşmış, Murat’sa yönü ne olursa olsun asıl kalıcılığın sevgide olduğunu fark etmiştir. Roman dönemin toplumsal şartlarının kişiyi kendi seçimlerini özgürce yapmasına engel olduğunu ve esas olanın kişinin öz duyarlılığını takip etmesi olduğu inancı üzerine kurgulanmıştır.

Romanın esas başarısı öz Türkçeciliğin katı bir biçimde uygulandığı ve Türk romanına politik çatışmaların hâkim olduğu bir dönemde bireysel duyarlılıkların, ince duyguların içlenmelerin, karşılıksız sevdaların naif bir üslupla, anlatılmış olmasıdır.

Bodrum' u çok güzel tasvir ediyor ki sadece güzelliklerini değil, kusurlu yanlarını da yüzümüze vuruyor. Bir yandan doğal güzelliklerini görürken diğer yandan nasıl tatil uğruna rant yeri olduğunu görüyoruz.

Selim İleri'nin "Bodrum Üçlemesi"(Cehennem Kraliçesi- Ölüm İlişkileri- Her Gece Bodrum) cinselliğin tüm gerçekliği ile işlendiği ve bu özelikleriyle o dönemin kimi edebiyat çevrelerinde tepkiyle karşılana romanlarıdır. Yazarın bu tavrı cinsel açıdan baskıcı ve mutsuz bir toplum içinde yaşayan bireyin cinsellikten soyutlamayacağı düşüncesinin bir sonucudur.

İnsana kötü hisler yaşatsa da sosyal anlamda hepimizin yaşadığı ve gözlemlediği bu dibe doğru gidiş duygusunu hissettiren başarılı bir eser. 

GÜLAY TOKER





 

SUMERLİ LUDİNGİRRA/ Geçmişe Dönük Bilimkurgu/ MUAZZEZ İLMİYE ÇIĞ/ 

ARALIK 2023


KİTAP HAKKINDA

Sumerli Ludingirra, Sumerolog Muazzez İlmiye Çığ'ın bir ömür verdiği çalışmalarının özüdür. İstanbul Arkeoloji Müzelerinde bulunan ve Sumer, Akad, Hitit dillerinde yazılmış 74 000 çivi yazılı belge üzerinde 33 yıl çalışan, araştırmalarını bugün de sürdüren Çığ'ı, Sumerliler üzerine yayımlanmış çok sayıda kitap, makale ve çeviri eserlerinden tanıyoruz. Yine Kaynak Yayınları'ndan çıkan Kur'an İncil ve Tevrat'ın Sumer'deki Kökeni adlı kitabında (Kasım 1995), kutsal kitapların Sumer yazılı belgelerindeki kaynaklarını inceleyen Çığ, bu kez, Sumerli Şair Ludingirra'nın ağızından, Sumer kültürünü anlatıyor. Anlatılanların tümü, çiviyazılı belgelerdeki bilgilerdir. eser, bir "kurgu" değil; konuya 56 yılını vermiş bir uzmanın ulaştığı bilimsel düzeyin ve olgunluğun ürünüdür. Sumerli şairler, üçü dışında, imzalarını kullanmamışlır. İşke Ludingirra, adı bugüne ulaşan üç Sumer şairinden biridir. Dört bin yıl önce yaşamış Ludingirra ile tarihin derinliklerine uzanan zevkli bir yolculuğa çıkacaksınız. Her sözcüğü 56 yıllık birikimin içinden süzülerek gelen bu çalışmayı, konuyla ilgili Sumer tabletleri, Nippur şehri haritası ve öteki belgelrin fotoğraflarıyla birlikte okura sunuyoruz.


MUAZZEZ İLMİYE ÇIĞ KİMDİR?

Muazzez İlmiye Çığ (20 Haziran 1914, Bursa), Türk sumerolog.

Ailesi köken olarak Kırımlı göçmenlerden olup babası Kırım'dan Amasya, Merzifon'a, annesi ise Kırım'dan Bursa'ya göçmüştür. Ailesi İzmir'de yaşamaktayken, 15 Mayıs 1919 tarihinde meydana gelen İzmir'in işgali ardından daha güvenli bir yer olan Çorum'a yerleşti.

 

Eğitim ve kariyer

İlkokula Çorum'da başladı. Daha sonra ailece Bursa'ya taşındılar. Bursa'da özel bir okul olan Bizim Mektepte Fransızca ve keman dersleri aldı. 1926'da sınavla Bursa Kız Muallim Mektebine (Bursa Kız Öğretmen Okulu) girdi. 1931 yılında mezun oldu ve babasının da öğretmenlik yapmakta olduğu Eskişehir'e tayin oldu. Eskişehir'de öğretmenlik mesleğini 4.5 yıl yaptı. Bu sırada kardeşi Turan İtil (1924-2014) beyin cerrahı olmak için Amerika'ya gitti.

15 Şubat 1936 tarihinde Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Hititoloji bölümüne kaydoldu. Nazi Almanya'sından Türkiye'ye iltica etmiş olan ve Ankara Üniversitesinde dersler veren Prof. Dr. Hans Gustav Guterbock'dan Hitit Dili ve Kültürü derslerini, Prof. Dr. Benno Landsberger'den Sümer ve Akad Dilleri ve Mezopotamya Kültürü derslerini aldı. 1940 yılında Ankara Üniversitesinden mezun olduktan sonra İstanbul Eski Şark Eserleri Müzesi Çivi yazılı Belgeler Arşivine uzman olarak atandı. Aynı yıl Kemal Çığ ile evlenmişti. Müzede çalıştığı 31 yıl boyunca meslektaşı Hatice Kızılyay ve Dr. F. R. Kraus ile birlikte müzenin deposunda bulunan Sümer, Akad ve Hitit dillerinde yazılmış on binlerce tableti temizleyip, sınıflandırıp numaralandırdı, 74 bin tabletten oluşan çivi yazılı belgeler arşivini oluşturdu, 3 bin tabletin kopyasını yapıp katalog halinde yayımladı. 

1957'de Münih'teki Oryantalistler Kongresi'ne katıldı. 1960'ta Heidelberg Üniversitesinde 6 aylık bir çalışma yaptı. 1965'te Roma'da sergilenen Hitit sergisini bu şehirden alarak Londra'ya götürdü. 1972'de emekliye ayrıldı.

Sümer çivi yazısı

Emeklilikten sonra bir süre yurtdışında yaşayan Muazzez İlmiye Çığ, 1988'de Philadelphia'daki Asuroloji kongresine katıldı. Prof. Kramer'in History Begins at Sumer adlı kitabını Türkçeye çevirdi ve kitap 1990'da “Tarih Sumerle Başlar” adıyla Türk Tarih Kurumu tarafından yayımlandı. Kitabın çok ilgi görmesi üzerine 1993'te çocuklara yönelik Zaman Tüneliyle Sümerlere Yolculuk da dahil Sümer ve Hitit kültürlerini tanıtan 13 kitap yazdı.

 Muazzez İlmiye Çığ'ın özel arşivi Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı'ndadır.

 Ödüller

Adana Tepebağ Rotary Kulübü, Meslek Hizmet Ödülü

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi tarafından Fahri Doktora unvanı, 4 Mayıs 2000

Osmaniye'nin Çardak köyündeki Anadolu Halk Bilimleri ve Kültür Derneği tarafından "Özgür İnsan Ödülü", 2005

Vatandaşlık Tepkilerim isimli kitabı, Galatasaray Rotary Kulübü tarafından İngilizceye çevrilerek Avrupa ve Amerika'daki üniversite kütüphanelerine dağıtılmıştır.

Uluslararası Lions Kulüpleri Derneği tarafından "Melvin Jones Dostluk Ödülü", 2014

Dava

Bereket Kültü ve Mabet Fahişeliği ve Vatandaşlık Tepkilerim isimli kitaplarında kadınlarda başörtüsünün köklerinin Akadlara dayandığını yazmıştı. Bu kitapları 2007 yılında kamuoyunda yankı uyandırdı. 2007 yılında "Vatandaşlık Tepkilerim" adlı kitabında "halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek" suçuyla yargılandı ve ilk celsede beraat etti.

 

Kitapları

"Kur'an, İncil ve Tevrat'ın Sümer'deki Kökeni", 1995, Kaynak Yayınları

"Sümerli Ludingirra - "Zaman Tüneliyle Yolculuk", 1996, Kaynak Yayınları

"İbrahim Peygamber - Sümer Yazılarına ve Arkeolojik Buluntulara Göre", 1997, Kaynak Yayınları

"İnanna'nın Aşkı - Sümer'de İnanç ve Kutsal Evlenme", 1998, Kaynak Yayınları

"Zaman Tüneliyle Sümer'e Yolculuk", 1998, Kaynak Yayınları (Genişletilmiş ikinci basım; ilk basım 1993, Kültür Bakanlığı Yayınları)

"Hititler ve Hattuşa - İştar'ın Kaleminden", 2000, Kaynak Yayınları

"Gilgameş - Tarihte İlk Kral Kahraman", 2000, Kaynak Yayınları

"Ortadoğu Uygarlık Mirası", 2002, Kaynak Yayınları

"Ortadoğu Uygarlık Mirası 2", 2003, Kaynak Yayınları

"Sümer Hayvan Masalları", 2003, Kaynak Yayınları

"Bereket Kültü ve Mabet Fahişeliği", 2004, Kaynak Yayınları

"Vatandaşlık Tepkilerim", 2004, Kaynak Yayınları

"Atatürk Düşünüyor", 2005, Kaynak Yayınları

"Bereket Kültü ve Mabet Fahişeliği", 2005, Kaynak Yayınları

"Çivi Çiviyi Söker - Muazzez İlmiye Çığ Kitabı", Serhat Öztürk, 2002, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

"Sümerlilerde Tufan - Tufan'da Türkler", 2008, "Kaynak Yayınları"


SUMERLER HAKKINDA

Sümerler (Sümerce: 𒅴𒄀 eme-gi veya 𒅴𒂠 eme-g̃ir), yaklaşık MÖ 4000-2000 yılları arasında Irak'ın güneyinde (Güney Mezopotamya) yerleşik hayata geçmiş olup medeniyetin beşiği olarak bilinen coğrafi bölgede yaşamış bir uygarlıktır. MÖ 6'ncı ve 5'nci milenyumda Kalkolitik ve Erken Tunç Çağı dönemi arasında ortaya çıkmış olup Dünyanın bilinen en eski uygarlıklarından birisi olarak kabul edilmektedir.

Sümerler, "Bereketli Hilal" olarak adlandırılan Mezopotamya bölgesinde ortaya çıkan sayısız medeniyetin temelini atmıştır. Ayrıca yazı ve astronomi de tarihte ilk kez Mezopotamya'da, Sümerlerde ortaya çıkmıştır. Genel düşünce, Sümerlerin, çağdaşı olan halklarla yakın bir etkileşim ve benzerliklerinin olduğu yönündedir.

Sümer Devleti'nin, Sami olmayan izole bir topluluk tarafından kurulmuş olduğu kabul edilmektedir. 

Mezopotamya'da yaşayan birçok farklı kavimden ilk öne çıkan ve daha sonraki medeni oluşumların temelini atan Sümerlerdir. Gerek yazı, dil, tıp, astronomi, matematik; gerekse de din, fal, büyü, mitoloji gibi alanlarda ilk öne çıkan ve bilinen toplum Sümerlerdir. "Yaratılış" ve "Tufan"a, "Emeş ve Enten"e ilk kez Sümerlerde rastlanır. Yılbaşı ağacı süsleme, evlilik yüzüğü, nazar boncuğu da ilk olarak Sümerlerde görülmüştür. Sümer döneminde 21'i küçük olan yaklaşık 35 büyük şehir ve kasaba vardı. Bunlar arasında Kiş, Nippur, Zabalam, Umma, Lagaş, Eridu, Uruk ve Ur sayılabilir.

Sümerlerin dini inanış biçimleri oldukça mistik ve fantastik bir şekildedir. Çok tanrılı bir inanışla beraber her nesnenin bir tanrısı olduğu inancına sahip olmuşlardır. Sümerlerin bu tanrıları insan görünümünde fakat insanüstü güçlere sahip tanrılardır.

Sümer tanrıları insanlara ne istediklerini söylemez, ancak insanlar onlara ne istediklerini sorabilir ve bu sorularına cevap alabilirlerdi. Sümer halkı tanrılarla iletişimlerini Ziggurat adı verdikleri tapınaklarda gerçekleştiriyorlardı. Bu Ziggurat’lar, tanrıyla iletişim kurabildiğine inanılan insan olan, Rahipler tarafından işletilirdi. Din adamları tanrılara istediklerini sorar, onlara kurbanlar adar ve kendilerine azap etmemesi için tanrılarına yalvarıp dua ederlerdi.

Ziggurat’lar, o günün şartlarında mümkün olabildiğince yüksek inşa ediliyordu bunun sebebi ise tanrıların en güçlüsü, ulu tanrı olan Gök Tanrısı’na yakın olmaktı. Din adamı veya Rahipler, Sümer Kralları tarafından yetkilendirilmişlerdi. Zaten Sümer Kralları da en yüksek derecedeki Rahiplerden seçilmiş ve yarı tanrı statüsünde olmuş kişilerdi. Kralların da en ulvi görevi insanları yönetmekti.

Sumerledeki tanrılar ise şu şekildeydi;

Anu: İlk tanrı, baş tanrı ve gök tanrısıdır.

Ki: İlk tanrının dişisi ve yer tanrısıdır.

Enlil: Hava tanrısı ve sonraki diğer tüm tanrıların babasıdır.

Enki: Bilgelik tanrısıdır.

Ninmah: Ana tanrıçadır.

Nanna: Ay tanrısıdır.

Utu: Güneş tanrısı ve Nanna’nın oğludur.

Ecem: Tanrıların kraliçesidir.

İnanna: Aşk ve bereket tanrısıdır.

Aşnan: Tahıl tanrısıdır.

Lahar: Sığır tanrısıdır.


 Sumerlerde Sosyal Yaşam, Bilim ve Teknik

Mezopotamya’da yaşamış olan Sümerler, bilim ve teknik konularında içinde bulunulan tarih çağının oldukça ilerisinde olmuşlardır. Sümerlerin çanak, çömlek, kazan, ekmek pişirme tandırları gibi birçok araç ve gereci yapmışlardır. Bununla birlikte Sümerler sert ve güçlü madenleri de işlemiş oldukça gelişmiş bir yapı tekniği kullanarak taş, kerpiç ve tuğlalar kullanarak iki ve üç katlı evler inşa etmişlerdir.

Şaşırtıcı şekilde bir sulama sistemi kullanan Sümerler, bataklıkları kurutup yaşadıkları yerlere kanallarla su taşımışlardır. Bentler yapmışlar, sel baskınlarının önlemişler ve barajlar yaparak ihtiyaç suyunu koruma altına almışlardır. Sümerler yapmış oldukları düzenli sulama ile tarım arazilerinden oldukça verim almış ve elde ettikleri mahsulleri depolamayı başarabilmişlerdir. Tarihte tekerleği de icat etmiş olan Sümerler, tarım alanlarını öküz ve sabanlarla işlemişlerdir.

Bilim ve Teknik alanında diğer tüm toplumların önünde olan Sümerler, Matematik ve Geometrinin temellerini atmışlardır. Matematiğin temeli olan dört işlemi bulmuşlar ve dairenin alanını hesaplamayı başarmışlardır. Sümerler, tüm bunların yanında zaman hesaplamasında inanılmaz bir başarı elde ederek gelişmiş bir takvim kullanmaya başlamışlardır. Tarihte Ay yılına dayalı ilk takvimi bulmuş olan Sümerler takviminde, yıl 360 gün, aylar 30’ar gün olarak hesaplanmıştır. Bütün bunlara ek olarak güneş saatini de ilk Sümerler bulmuştur. Bu güneş saati yalnızca günleri ve ayları değil güneşin hareketleriyle saatleri de hesaplamışlardır. Sümerlerin bütün bu çalışmaları günümüzdeki Matematik, Geometri ve Astronominin temellerini atmıştır. Fakat bütün bu çalışmaların arasındaki en önemli önemli bir icat olan tekerleğin icadı, tarihteki süreçleri ve gelişmeleri nasıl etkilediğine bir göz atalım.

Tekerlek

Günümüzde hayatımız kolaylaştıran, uzun mesafeleri kısa yapan birçok  aracın  olmazsa olmazıdır tekerlek. Bilinen en eski zamanlardan beri gerek yük taşımak, gerekse insan taşımak için kullanılagelmiştir. Tekerleği tanımlayacak olursak, hepimizin de bildiği gibi dairesel bir forma sahip olan, çoğunlukla yük taşımaya yarayan araçların hareket etmesini sağlayan mekanizmanın adıdır.

Tarihçesi MÖ 5000 yıl kadar önceye dayanan tekerleğin ilk izlerine Mezopotamya’da rastlanmıştır. Speiser ve Gawrada adlı iki arkeolog yaptıkları kazılarda, MÖ 3500 yıllarına ait bir Sümer piktogramında çizilen tekerlekli kazığa rastlamışlardır. Sümer kalıntılarında sürücü, iki tekerliğin ortasında bulunan bir eyerde ata biner vaziyettedir. Yine İngiliz araştırmacı Wolley, tam olarak nede kullanıldığını çözemediği MÖ. 2950 yıllarına ait bir tekerleğe rastlamıştır. Tüm bunların yanında tekerleğin ilk kez Kuzey Kafkasya Orta Avrupa’da kullanıldığına dair görüşler de olmakla birlikte tekerleğin orijinal vatanıyla ilgili görüş ayrılıkları hâlâ sürmektedir.

İzlerine ilk kez Mezopotamya’da rastlanan tekerleğin nasıl keşfedildiği merak konusu olmuştur. Tekerliğin, kütüklerin yuvarlanarak ilerlemesinden esinlenilerek icat edildiği düşünülmekle birlikte ilk tekerleğin üç noktadan yere temas ettirilen bir mekanizmaya sahip olduğu bilinmektedir.

Batı’da bulunan kalıntılardaki tekerlekler, oyuncakların alt kısımlarını destekleyen taştan bir mekanizma şeklinde dizayn edilmiştir. Batı’da büyük baş hayvandan ziyade, küçükbaş hayvanların evcilleştirilmiş olması tekerleğin daha geç dönemlerde kullanılmasına neden ,olmuş ve Batı’nın gelişmesinin  önündeki en büyük engel olmuştur. 

Sümerlerin kullandığı araba tekerlekleri, zaman geçtikçe dört tekerlek formunu almış ve arabanın kayışlar yardımıyla atlara bağlanması şeklinde kullanılmıştır. Mısır’da ise ilk olarak eşek ve öküzler yardımıyla çekilen arabalar kullanılmıştır. Bu arabalar  özellikle savaş zamanlarında kullanılmaya başlanmıştır. Mısırlılara ait belgelerde Firavun, savaş arabasının üstünde savaşa gider pozisyonda resmedilmiştir. Tekerleğin zaman içerisinde yük ve insan taşımaktan başka alanlarda kullanıldığını bilmekteyiz. Yapılan kazılarda bulunan MÖ 400’lü yıllara ait çömlekçi çarkı ve su çarkı bunun ispatıdır.

19. yüzyıla gelindiğinde Güney Afrika, Etiyopya ve Somali dışında her yerde kullanılan tekerlek,  buralarda da Avrupalıların gelişi ile birlikte  kullanılmaya başlamıştır. Eski zamanlarda ağaç  kütüklerinin yuvarlanması sonucu keşfedilen tekerlek, günümüzde gelişip, farklı fonksiyonları ile modern formunu almıştır. Kullanım alanı itibariyle öncelikle yük taşımak maksadını taşımış,  ilerleyen yıllarda ise, teknolojinin gelişmesiyle savaş-araç gereçlerinin taşınması ve bir yerden bir yere kolayca gidebilme vazifelerini görmüştür.

 

 Sumerlerin Tarihe ve Bütün İnsanlığa Armağanı

Sümer dili ve uzmanı ünlü yazar, Samuel Noah Kramer, Sümerleri anlattığı meşhur esirine "Tarih Sümer’de başlar"  ismini vermiştir. Böylece Kramer, tarihin başlangıcının yazı ile olduğunu vurgulayarak, yazıyı ilk kullananların da Sümerler olduğuna  dikkat çekmek istemiştir.  Arkeolojik bulgular, bilinen ilk yazı sisteminin Sümerler’e ait olduğunu göstermektedir.

Çivi Yazısı

İlk yazı örnekleri M.Ö. 3300 yıllarında Sümerlerin Uruk şehrinde  bulunmuştur. Bulunan bu  yazılar, ucu sivri araçlarla yazıldığından çivi yazısı ismini almıştır. Sümer yazısı, ya da çivi yazısı adı verilen bu yazı, Sümer rahipleri tarafından tapınak ve depolardaki malları kayıt altına almak amacıyla kullanılmıştır. Buradaki asıl amaç, depolardaki malların isimlerinin belirlenerek birbirleriyle karışmasını önlemek olmuştur. Sümerlerden sonra başka milletler de çivi yazısını geliştirip kullanmışlardır. Bunlar; Akadlar, Elamlar, Hititler, Urartular ve Fenikeler gibi uygarlıklardır. Birçok kavim tarından kullanılan ve çözülmesi zor olan çivi yazısı, 1844’te bir İngiliz subay olan Henry Ravlinson tarafından çözülmüştür. Böylece ilk uygarlıklara dair bilgiler de gün yüzüne çıkarılmaya başlanmıştır. Bu yazı tipi papirüs’ün icat edilmesiyle son bulmuştur.

Bira

Sümerleri meşhur eden bir şey daha var: Bira! Arkeologlar Mezopotamya’da bira yapımının MÖ 4. binyıla dayandığını kanıtlayan bulgulara rastladı. Kullandıkları mayalama yöntemi bugün hala gizemini korusa da yaptıkları biranın çok kıvamlı oluşundan dolayı özel bir kamışla içilen arpa özlü bir karışım olduğu görülüyor. Sümerler biralarının besin zengini malzemelerinden övgüyle söz etmiş ve biranın “neşeli bir kalp ve memnun bir ciğerin” anahtarı olduğunu söylemişti. Hatta bira bulduğuna inanılan ve uğruna yazılan ilahi de yere konulmuş maltı suladığı söylenen Ninkasi adında bir tanrıça bile vardı.

Sumerlerin kurduğu matematiksel temeller bugün hala varlığını sürdürüyor.

Altmış saniyelik dakikalar ve altmış dakikalık saatlerin kökeni Antik Mezopotamya’ya dayanıyor. Modern matematiğin onluk sisteme dayalı olması gibi, Sümerler de 60’lık birliklere dayalı bir sayı sistemi kullanıyordu. Kolayca bölünebilen bu sayı sistemi daha sonra bunu ayların uzunluğu üzerine astronomik hesaplamalar yapmakta kullanacak Babiller tarafından benimsendi. 60’lık sistem zaman içinde kullanımdan kalksa da bıraktığı miras bugün bile hem saat hem dakika ölçümlerimizde bizimle. Sümerlerin altmışlık sayı sistemlerinin diğer kalıntıları günümüzde, dairenin 360 derece olması gibi uzamsal ölçümlerde varlığını sürdürüyor.

Mezopotamya'nın bilinen en eski medeniyetlerinden birini oluşturan Sumerler 19. yüzyılda tesadüfen keşfedilene kadar bilinmiyordu.

Mezopotanya’nın MÖ. 2. binyılın başlarında Amoritler ve Babiller tarafından hakimiyet altına alınmasından sonra Sümerler kademeli olarak kültürel kimliklerini kaybedip bir politik güç olarak varlıklarını sürdüremediler. Tarihlerine, dillerine, teknolojilerine dair her şey hatta adları bile unutuldu. Sırları, İngiliz ve Fransız arkeologlar 19. Yüzyılda antik Asurlular hakkında kanıt ararken Sümer eserlerine rastlayana kadar Irak çöllerinin kızgın kumları altında gömülü kaldı. Henry Rawlinson, Edward Hincks, Julius Oppert ve Paul Haupt gibi araştırmacılar çivi yazısının deşifre edilmesinde öncü olarak tarihçilerin erken Mezopotamya’nın uzun kayıp tarihini ve edebiyatını incelemesi için uygun yolu açtı. O tarihten beri arkeologlar Sümer sanatı, çömlekçiliği, heykelciliğine dair sayısız eserin yanı sıra büyük bir çoğunluğu bugün hala tercüme edilmeyi bekleyen 500.000 kadar kil tablet keşfetti.

 

SUMERLİ LUDİNGİRRA/ KİTAPTAN ALINTILAR

“Bizim halkımızın en büyük özelliklerinden biri de bilginleri, okumuşları bir kral kadar saymaları, onlara önem vermeleridir.”

"Bir beyiniz, bir kralınız olabilir, ama asıl korkulacak vergi memurudur."

“Bizde evlilikler çok eski zamanlardan beri tanıklar önünde yazılı olarak yapılan bir sözleşme ile yasal olur. Sözleşmesi olmayan bir evlilik yasa sayılmadığı için, boşanma halinde tazminat alınmaz. Bir erkek yasal olarak tek kadınla evlenebilir.”

“Biz insanları bir türlü anlamıyorum. Kısacık yaşam günlerimizi ülkemize ve insanlığa yararlı işler yaparak geçirsek; sen ben diyerek birbirimizi yok etmeye, meydana getirdiğimiz bu güzel ülkeyi ve sanat eserlerini kırıp dökmeye çalışmasak ne olurdu!...”

“Son zamanlarda kente çeşitli yerlerden gelenlerle, ahlak bozulmaya başladı. Hele krallarımızın, yabancı ülkelerden getirdikleri esirleri, devlet işlerinde çalıştırılmak üzere Nippur'a yakın bir yere yerleştirilmeleri, bunu daha da çabuklaştırdı.”

“…Kızın ailesi iyi olarak tanınmış bir Sumerli idi.

Onlar da kızlarına, modaya uyup Akad adı koymuşlardı. Hemen annem, babam gidip kızın annesi ve babası ile konuştu. Biz erkek tarafı olarak, yalnız evlenme harcamalarını karşılayacaktık. Eğer bir Akad kızı ile evlenmeye kalksaydım, onlar kızı satar gibi bir başlık parası isterlerdi. Bizde böyle ilkel bir görenek yoktur.”

“Mademki biliyorsun, neden öğretmiyorsun?

Sümer Atasözü”

“Yazı; sanatın babası, konuşmanın ve bilginin annesidir..”

“Sarı saçlı, mavi gözlü insan nasıl olur, bir türlü gözümde canlandıramıyorum; pek hoş olacağını da düşünemiyorum. Benim ülkemde böyle birini hiç görmedim. Biz kara saçlı, kara gözlüyüz.”

“Bizim için yalnız yazı öğrenmek yeterli değil, anlatılmak istenileni de düzgün ve anlaşılır şekilde yazmak gerek.”

“Biz ozan ruhlu bir milletiz herhalde ki, her konuyu şiir şeklinde yazmaktan çok hoşlanıyoruz.”

“Görüyorum insanlar durmadan ölüyor, ben de insan olduğuma göre sonunda öleceğim kuşkusuz ve adım sanım yok olup gidecek. Herkes unutacak beni. Adımın unutulmaması için yararlı işler yapmalıyım ki, ulusum beni hep hatırlasın.”

“Köpeksiz köyde tilki bekçidir.

Sümer Atasözü”

“Biz temizliğe çok önem verdiğimizden bol bol yıkanırız. Tapınaklara asla yıkanmadan gitmeyiz. Atalarımız çok çok eskiden odun külü ve yağdan oluşan ve su ile köpürüp kirleri temizleyen bir madde yapmışlar. Temizlikte hep onu kullanırız.”

“Ah, şu gençlik! Bugün ne kadar yalın gelen o olaylar, zamanında ne heyecan veriyordu insana! O günlerin özlemini zaman zaman çekiyorum: fakat yine de tekrar o günlere dönmeyi, yaşadığım bunca acı tatlı yılları tekrar yaşamayı istemiyorum nedense!”

"şehrimizin neresinde ne olduğunu gösteren bir haritası yapılabilse ne iyi olurdu"

YORUMLARIMIZ

Ludingirra’nın yaşam öyküsünü ve sumerlileri anlatması bir kurgudur. Ancak tüm bilgiler gerçeklere dayalı olarak çivi yazılı tabletlerden alınmıştır.

Sümerlerin yaşamı kesinlikle o zamanın çok üstünde! Yerleşik hayatlar, sanat, kültür, geçim kaynakları, törenler, eğitim vs. Kesinlikle okunması gereken bir kitap.

Dili son derece akıcı, keyifli, samimi ve yalın. Muazzez İlmiye Çığ kitabı 80 yaşında yazmaya başladığı için aklına geldikçe yazdığı çok belli. Tabletlerde anlattıkları kronolojik olarak akmıyor.

LUDİNGİRRA; Sumerli bir öğretmen, sanatçı.

Adı Tanrının Adamı olan Ludingirra, bu öykülerini yaşlılığında yazmaya başlamış. Anlattığına göre, o zamanlar artık ülkeyi Sumer Kralları değil, yabancılar yönetiyormuş. Bu sebeple yeni idarecilerin, Sümerceden çok başka olan dilleri konuşulmaya başlamış vatanlarında. Dillerinin, kendi uygarlıkları tarafından unutulmasından çok korkmaya başlamış. Sumer milletinin yok olacağı endişesiyle elindeki tabletlere gördüğü, duyduğu birçok şeyi aktarmış; ki milleti hep yaşasın ve bir zamanlarki varlıkları unutulmasın. Bunları çürümeyen kil tabletler üzerine kaydetmiş. Muhtemelen bugün çivi yazısı diye adlandırılan yazıyı icat edip çürümeyen tabletlere kayıt etmeselerdi üç bin yıllık tarih ve yaşamları hakkında bilgi sahibi olamayacaktık.

Sumerlilerin inanışları, efsaneleri, gelenekleri, yaşayış biçimleri, hukuk anlayışları, aile ve ahlak yapılarına dair birçok şeyi öğrendik. İnce sayılabilecek bir kitap olmasına karşın içindeki bilgiler dolu dolu. O dönemlerden yazılmış şiirlerde var. Sumerlilerin araştırılmasının Atatürk'ün özel isteği olduğunu da ekleyelim.

Bundan yaklaşık 4.000 yıl önce de eğitimin ne çok önemsendiğini, toplumu bir arada tutan değerlerin günümüzden çok da farklı olmadığını, aile yaşantılarının benzerliğinden tutun da çoğu ritüelin günümüze kadar nasıl aktarıldığına şaşırdık. En hazin tarafı ise zamanla tüm benliklerinin, gelenek ve göreneklerinin, tanrı isimleri de dahil birçok ögenin Akadlar tarafından ele geçirilip Sümerlilerin sonunu getirmiş olmaları. Ludingirra 'nın ölümünden yaklaşık 250 yıl sonra bu medeniyet ne yazık ki yok olmuş.


Sevgili Anneme

Yola çıkan kralın habercisi,

Seni Nippur’a göndereceğim, bu haberi götür!

Uzun bir yolculuk yaptım,

Annem üzüntüde, uyuyamıyor,

Odasına sıkıntılı bir söz girmeyen o,

Bütün yolculara sağlığımı soruyor,

Benim selam mektubumu eline ver!

Eğer annemi tanımıyorsan, onu sana tanıtayım:

Onun adı Şatiştar’dır

Pırıl pırıl görünüşü ile

Bir tanrıça hoşluğu, tatlı bir gelindir o,

Gençliğinden beri kutsanmıştır o.

Kaynatasının evini gayretle yöneten,

Kocasının Tanrısına hizmet eden,

Tanrıça İnanna’nın yerine bakmayı bilen,

Kralın sözünü yabana atmayan,

Sevilen, sevgi ile yaşayan,

Kuzu, iyi kaymak, bal, kalpten akan tereyağıdır o.

Annemin ikinci tanımını vereyim:

Annem ufukta parlayan bir ışık, bir dağ geyiği,

Işıldayan bir sabahyıldızıdır o…

Değerli bir akik, Marhaşi’den bir topaz,

Cazibe dolu bir prens mücevheri,

Neşe yaratan bir akik,

Bir kalay yüzük, demir bilezik,

Bir altın çubuk, parıldayan bir gümüş,

İçi çeken bir fildişi heykelcik,

Mavi taştan bir taban üzerinde duran alabastar bir melektir o.

Annemin üçüncü tanımını vereyim:

Annem mevsiminde yağmur, ilk tohum için su,

Zengin bir bahçe meyveyle dolu.

Kozalaklarla süslü bir köknar ağacı,

Yeni yılda ilk ayın ürünü,

Sulama yerlerine bereket getiren bir kanal,

Aranan en tatlı Dilmun hurmasıdır o.

Annemin dördüncü tanımını vereyim:

Annem bir bayram, neşe dolu bir kurban,

Prenseslerin olgusu, bir bolluk şarkısı

Neşesi tükenmeyen, seven, sevilen bir kalp,

Annesine dönen bir tutsağın müjdesidir o.

Annemin beşinci tanımını vereyim:

Annem çam ağacından bir araba, şimşirden bir tahtırevan,

Parfümle kokulandırılmış güzel bir giysi,

Kendisine tam uyan, çiçekten bir taçtır o.

Sana verdiğim bu tariflerden annemi tanıyacaksın.

Lamalara sahip olan o hoş kadın işte benim annemdir.

Benden haber için kulak kesilen ona,

Haberi neşe ile götür.

“Sevgili oğlun Ludingirra’dan selam” de ona.

 

Kitaptan alıntı atasözü ve deyimler;

"Çok yiyen uyuyamaz.

Açık ağza sinek girer.

Kalpte olan düşmanlık getirmez, dildir düşman eden.

Bir kez yalan söylersen, doğruyu söylesen de inanılmaz.

Yürürken ayağını sıkı bas.

Arkadaşlık bir gün sürer, akrabalık sona dektir.

İyi giyinen kimsenin önünde herkes eğilir.

Köpeksiz köyde tilki bekçidir.

Zamanını boşa geçirdin ne işe yaradı?

Mademki biliyorsun, neden öğretmiyorsun?"

Bilim kadınımız, sümeroloğ  tarihçi Muazzez İlmiye Çığ’a sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. İyi ki varsınız ve büyük emekler vererek bu tarihi cevherlerle bizi buluşturdunuz.

NİGAR ÇÖĞEN DALKILINÇ



9 Aralık 2023 Cumartesi

İNCİR KUŞLARI/ SİNAN AKYÜZ/ KASIM 2023 

 

KİTAP HAKKINDA

Çok satan romanlarıyla tanınan ve geniş okur kitlesine sahip yazar Sinan Akyüz yine ses getirecek son kitabıyla okurlarını selamlıyor. Alfa Yayınları’ndan çıkan İncir Kuşları’nda yazar, Bosnalı bir genç kz olan Suada’nın gerçek yaşamından yola çıkıyor. Okuru savaşın ve aşkın yakıcı gücüne tanıklığa davet ediyor. Bosna tüm bilinmeyenleriyle ilk kez Sinan Akyüz kalemiyle yazıldı… Sinan Akyüz dünyanın seyirci kaldığı bir soykırımı Suada’nın öyküsüyle yeniden gündeme getiriyor. Yakın tarihi edebiyatla buluşturan yazar, aşkın içinde “savaşı ve şiddeti”, savaşın içinde de “aşkı ve inancı” ustalıkla harmanlıyor. Bu romanla Bosna Savaşı’nın bilinmeyen bambaşka bir yüzü gün ışığına çıkarken; kitap okuyucusuna sürpriz bir sonla veda ediyor. Arka Kapak… Aynı ırktan geliyorlardı. Aynı dili konuşuyorlardı. Bir tek dinleri farklıydı. Biri Müslüman Boşnak genci, diğeri ise Hıristiyan Sırp’tı. İkisi de konservatuardaki aynı Boşnak kızına âşık olmuşlardı. Ve bir gün bu iki genç, güzeller güzeli Suada’ya aşklarını ilan ettiler. Ancak gençlerden biri aşkına karşılık bulmuş, diğeri ise “Kalbimde iki kişiye yer yok” cevabını almıştı. Takvim yaprakları 6 Nisan 1992’yi gösterirken bir bomba düştü beyaz zambakların açtığı yüreklere… Suada patlak veren savaşın estirdiği rüzgârda âdeta savrulan bir yaprak gibiydi. Savruldu, savruldu, savruldu… Sonra da kader onu bir zamanlar ‘hayır’ dediği genç adamın eline esir düşürdü. Genç adam, o gün ela gözlü çöl ahusuna bakmış “Kader bizi ne inanılmaz bir şekilde birleştirdi, görüyor musun Suada?” demişti. Modern zamanlarda Avrupa’da yaşanmış bir soykırımda, kadere inananların romanıdır İncir Kuşları… Bu kitap tamamen gerçeklere dayanmaktadır…


SİNAN AKYÜZ KİMDİR?

4 Nisan 1972'de Iğdır'da doğdu. Orta ve lise öğrenimini çeşitli okullarda tamamladı. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü'nden mezun oldu. Yirmi üç yaşında gazeteciliğe başladı. Gazeteciliğin hemen hemen her kademesinde çalıştı. Daha sonra gazeteciliğe ara verip Almanya'ya gitti. Bir süre sonra tekrar İstanbul'a döndü. 1996'da Sabah Gazetesi'nin dergi grubunda çalışmaya başladı. O dönem fotoğrafla tanıştı. Birçok yayın organına moda ve portre fotoğrafları çekti. 1999'da Sabah Gazetesi'nin hafta sonu eklerinde çalışmaya başladı. 2001'de fotoğrafçılık mesleğine ara verip ağırlıklı olarak kitap yazdı. 2006 yılında ise Takvim Gazetesi'nde köşe yazarlığına başladı. Şu anda Takvim Gazetesi'nde köşe yazılarına devam ediyor.

Sinan Akyüz Eserleri

DENEME:

Etekli İktidar (2003)

 

ÖYKÜ:

Bana Sırtını Dönme (2005)

 

ROMAN:

İki Kişilik Yalnızlık (2007)

Yatağımdaki Yabancı(2008)

Sevmek Zorunda Değilsin Beni (2009)

Aşk Meclisi (2010)

Piruze: Şamda Bir Türk Gelin (2011)

İncir Kuşları (2012)

Şahika Feraye (2013)

Piruze ve Oğulları (2014)

Aşk Başka Evde (2015)

Bir Evlilik Komedisi (2016)

Yağmurun Gelini (2017)

Meyra: Bir Bosna Hikâyesi(2019)

 

KİTAPTAN ALINTILAR

“Hayallerin olmadığı bir dünya, çiçeksiz bir bahçe gibidir.”

"Şunu unutma ki,

erkekler kalın ciltli kitaplardan değil, çerez niyetine alıp okuyabilecekleri kitaplardan hoşlanırlar. Benim gibi ansiklopedik kadınlar sığ düşünceli erkeklere ağır gelir..."

“Bu genç yaşta neden bu kadar şiddetli bir

Kaderi üfledin içime?”

“Günü geldiği vakit sevgilim

Orada olacağım

Sen de oradaysan şayet

Senin için yaşamaya devam edeceğim”

"Türkler" dedi sesi titrerken, "bu topraklardan gittiklerinden beri sahipsiziz. Şimdi sahip olduğumuz tek şey Allahımız. Umarım yüce rabbim bizi korur.”

“Artık vatan toprağımın üzerinde açan değil, solan beyaz bir zambaktım ben.”

“...ama sevdiğimiz insanları kaybetmenin acısını hiçbir şey dindiremez...!”

“Erkekler galiba çocuklarının annesiyle evli oldukları sürece babalık görevini üstleniyor. Bir gün gelip çocuklarının annesinden ayrıldıklarında ise aslında çocuklarından ayrılıyorlar.”

“Sen tarih kitapları nasıl yazılır bilmiyorsun. Tarih kitapları insanoğlunun aklının almadığı savaşlarla doludur.”

"İnsanın kalbindeki gerçek aşk, dörtnala giden bir at gibiymiş. Ne dizginden anlarmış, ne de bir söz dinlermiş."

“Bir halkı yok etmek isteyen faşistler, o halkın müziğini ve kültürünü de yok etmiş olmazlar mı sence?”

“Konuşmak tehlikeli...

Susmak günahtır...”

"Oku. Oku­muş insandan zarar gelmez."

“Bu güçlülerin ve acımasızların dünyası”

“Unutma! Başkalarının yaptığı delilik kaderlerimizi mühürlermiş.”


YORUMLARIMIZ

“DÜN SREBRENİTSA, BUGÜN GAZZE”

Bosna Hersek in 1 Mart 1992 deki referandumunda bağımsız bir devlet olmasının ardından Saraybosna’nın Sırp birlikler tarafından kuşatılması, geride büyük acılar ve unutulmayacak kötü hatıralar bırakan kanlı bir savaşı başlattı.

Sırp keskin nişancılar kuşatma boyunca yüzlerce çocuk ve sivil öldürdü.

Birleşmiş Milletler Boşnaklar için Srebrenitsa yı “güvenli bölge” ilan etti. Ancak Sırplar bu şehri de kuşatarak yaptığı “etnik temizlik” ile neredeyse hiç Boşnak bırakmadı. Ya öldürüldüler ya da göçe zorlandılar.

Avrupa’nın ortasında uluslararası toplumun duyarsızlığında 3,5 yıl süren ve çok sayıda katliam, soykırım, insanlık suçlarının yaşandığı bir savaş 1995 Dayton Barış Antlaşması ile sona erdi.

Birleşmiş Milletler Barış Gücü Hollandalı Komutan THOM Karremans  Mladic ile kadeh kaldırması tepki toplasa da hiçbir zaman yargılanmadı. Hollanda devletinin koruyamadığı 8000 kadar Bosnalı Müslümanı Sırp milislere teslim etmiş olmasına rağmen ancak 300 kişinin yakınlarına tazminat ödemesi gerektiğine karar verildi.

Açılan mahkemelerde katliamcıların soykırım suçu işlediklerine karar verilse desuçlar bireyselleştirilerek Sırbistan Cumhuriyetinin sorumluluğu olmadığına hükmedilmiş, böylece öldürülen binlerce Bosnalı Müslümanın tazminat almaları imkânsızlaştırılmıştır.

Sırp komutan Ratko Mladic Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi tarafından müebbet hapse mahkûm edildi. Aynı mahkeme Sırp lider Radovan Karadzic’e  de 10 ayrı suçtan 40 yıl hapis cezası verdi. Eski Sırbistan Devlet Başkanı Slobodan Miloseviç de yargılanması devam ederken tutuklu bulunduğu cezaevinde hayatını kaybetti.

Hem NATO hem de Avrupa Birliği çatışma bölgelerine müdahale edememiş, gerekli koordinasyonu sağlayamamıştır. Bu durum özellikle Avrupa Birliği ülkelerinin askeri yönden hala ABD ye bağımlı olduğu yönündeki iddiaları güçlendirmiştir.

BUGÜN

“BM Güvenlik Konseyi üyeleri ateşkes çağrısı üzerine anlaşamadı” !!!!

İsrail Gazze’ye başlattığı saldırılarda hayatını kaybedenlerin sayısı 10 bini geçti.

1917 de İngiliz hükümeti tarafından yayınlanan ve Filistin’de “Yahudi halkı için ulusal bir yuva” kurulmasını desteklediğini duyuran bir bildiri yayınlandı. Filistin’e Yahudi göçü, Filistinli Arap milliyetçileri tarafından ulusal harekâtın başlangıcı oldu. İkinci Dünya Savaşı sırasında bir süre durum sakinleşse de kanlı çatışmalar bu güne dek devam etti.

Bugün, BM İnsan Hakları Konseyi  “ Filistin halkının ciddi bir soykırım riski altında olduğuna olan inancımızı sürdürüyoruz” ifadesini kullandı. Kadınlar, çocuklar da dâhil olmak üzere sivillerin barındığı kamplara saldırmanın savaş kurallarının açık bir ihlali olduğu uyarısında bulunmasına rağmen işgal ve katliamlar devam etmektedir. İnsanlar Bosna da olduğu gibi sözde “ Güvenli Bölgeler”e yönlendirilmekte, bu bölgelerde de bombaların hedefi olmaktan kurtulamamaktadır.

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği New York Ofisi Direktörü Craig Mokhiber  İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarının ardından, BM’nin etkisiz kaldığını ve başarısız olduğunu söyleyerek istifa etmiştir. Mokhiber istifa mektubunda  “Bir kez daha gözlerimiz önünde soykırım yaşanıyor ve bizim BM olarak bunu durdurabilecek gücümüz yok. Yaşananlar tam anlamıyla bir soykırımdır. ABD, İngiltere ve Avrupa’nın büyük bölümü bu dehşet saldırılarda suç ortağıdır. Bu hükümetler yalnızca Cenevre Sözleşmesindeki yükümlülüklerini yerine getirmeyi reddetmiyor, aynı zamanda İsrail’e silah temin ediyor, istihbarat sağlıyor, siyasi ve diplomatik destek sağlıyor.” İfadesini kullanmıştı.

Amerikalı yetkilinin açıklamaları maalesef Bosna’nın da Filistin’in de siyasi özeti niteliğinde sanırım.

Bosna da yapılan sistematik bilinçli soykırım bugün bütün çıplaklığıyla Filistin’de gözler önünde yaşanıyor ve ne yazık ki birçok ülke tarafından da destekleniyor. Savaş karşıtı söylemler uluslararası arenada yeterli güce ulaşamıyorsa da her gün birçok ülkede eylemler devam ediyor.

“Çocukların öldürüldüğü bir dünyada kimse masum değildir”


DEMET KAPLAN






MAHCUBİYET VE HAYSİYET/ DAG SOLSTAD/ EKİM 2023 

 


KİTAP HAKKINDA

Kuzey Avrupa’nın yaşayan en büyük yazarları arasında gösterilen Dag Solstad ilk kez Türkçede.

Ellili yaşlarındaki edebiyat öğretmeni Elias Rukla için sıradan bir gündür: Yıllardır yaptığı gibi, sevdiği bir eseri (Henrik Ibsen’in Yaban Ördeği’ni) bir sınıf dolusu ilgisiz lise öğrencisine heyecanla yorumlamaya başlar. Ne var ki görünüşte küçük bir olay hiç beklenmedik bir krizi tetikleyecek, Elias’ın hayatında derin izler bırakmış bir dostluğun hatırasına dönmesine, evliliğini, kendisini ve içinde yaşadığı toplumu sorgulamasına yol açacaktır.

Mahcubiyet ve Haysiyet, yükte hafif pahada ağır, dili ve atmosferiyle akılda yer eden, okuyanların tekrar tekrar dönmek isteyeceği o özel romanlardan.

 

“Bütünüyle hipnotize edici, bütünüyle insancıl bir yazar.”

 - James Wood, New Yorker -

 

“Solstad’ın dili, eski görünen yeni bir zarafetle parıldar ve taklit edilemeyen, enerji dolu, kendine özgü bir ışıltı yayar.”

 - Karl Ove Knausgaard –


DAG SOLSTAD KİMDİR?

Dag Solstad (d. 16 Temmuz 1941), Norveçli bir yazardır. Roman, kısa öykü ve oyun alanlarında eserleri bulunmaktadır. Norveç’in en büyük endüstriyel komplekslerinden birinin resmi tarihi ile Dünya Kupası gibi konular da dahil olmak üzere 30'a yakın kitap yazmıştır ve çalışmaları Türkçe dahil 20 dile çevrilmiştir. Eserleri Türkiye'de Yapı Kredi Yayınları ve Jaguar Kitap tarafından basılmaktadır.

 

Solstad, Norveç Edebiyat Eleştirmenleri Ödülü'nü üç kez kazanırken Kuzey Avrupa Edebiyat Ödülü’nü de almıştır. Ödülleri arasında ayrıca Mads Wiel Nygaards Endowment (1969), İskandinav Kurulu Edebiyat Ödülü (1989), Brage Ödülü (2006) de yer almaktadır.

 

İlk kitapları, Marksist-Leninist görüşe eğilimli siyasi vurguları nedeniyle tartışmalı kabul edilse de Solstad, kendi kuşağının Norveç'teki en iyi yazarlarından biri olarak kabul edilmektedir ve farklı yazarların övgüsünü toplamaktadır.

Solstad, Knut Hamsun'dan etkilenerek yazar olduğunu belirtmektedir. Eserlerinde felsefi vurgulara sahip, farklı konulara temas eden, varoluşçu yazım tarzı ile kendine has bir üsluba sahiptir.

ROMANLARI

Irr! Grönt! (1969)

Arild Asnes, 1970 (1971)

25. septemberplassen (1974)

Svik. Forkrigsår (1977)

Krig. 1940 (1978)

Brød og våpen (1980)

Gymnaslærer Pedersens beretning om den store politiske vekkelse som har hjemsøkt vårt land (1982) - (Lise Öğretmeni Pedersen’in Ülkemize Musallat Olan Büyük Siyasi Uyanışa Dair Anlatısı, Çev. Banu Gürsaler-Syvertsen, Yapı Kredi Yayınları, ISBN 978-975-08-4682-3).

Forsøk på å beskrive det ugjennomtrengelige (1984)

Roman 1987 (1987)

Medaljens forside (1990)

Ellevte roman, bok atten (1992) - (On Birinci Roman, On Sekizinci Kitap, Çev. Banu Gürsaler-Syvertsen, Yapı Kredi Yayınları, ISBN 978-975-08-5330-2).

Genanse og verdighet (1994) - (Mahcubiyet ve Haysiyet, Çev. Banu Gürsaler-Syvertsen, Yapı Kredi Yayınları, ISBN 978-975-08-4287-0).

Professor Andersens natt (1996) - (Profesör Andersen’in Gecesi, Çev. Banu Gürsaler-Syvertsen, Yapı Kredi Yayınları, ISBN 978-975-08-5075-2).

T. Singer (1999) - (T. Singer, Çev. Deniz Canefe, Jaguar Kitap, ISBN 9786257027137).

16/07/41 (2002)

Armand V. Fotnote til en uutgravd roman (2006) - (Armand V., Çev. Deniz Canefe, Jaguar Kitap, ISBN 9786257027311).

17. roman (2009)

Det uoppløselige episke element i Telemark i perioden 1591-1896 (2013)

Tredje, og siste, roman om Bjørn Hansen (2019)


ALDIĞI ÖDÜLLER

Mads Wiel Nygaard's Endowment, 1969

Norveç Eleştirmenleri Edebiyat Ödülü 1969, Irr için! Grönt! için

Språklig samlings litteraturpris 1982

İskandinav Kurulu Edebiyat Ödülü 1989, Roman 1987 için

Norveç Eleştirmenleri Edebiyat Ödülü 1992, Onbirinci Roman Onsekizinci Kitap için

Dobloug Ödülü 1996

Gyldendalprisen 1996

Brage Ödülü Onur Ödülü 1998

Norveç Eleştirmenleri Edebiyat Ödülü 1999, T. Singer için

Vestfolds Litteraturpris 2001

Aschehoug Ödülü 2004

Brage Ödülü 2006, Armand V. Fotnother til en uutgravd roman için

İsveç Akademisi İskandinav Ödülü 2017.


KİTAPTAN ALINTILAR

“Asla bütünlenemeyecek yarım bir insan olduğunun bilincindeydi.”

"Bir insanın elinden hayatı boyunca kendisini kandırdığı şeyi aldığınız anda mutluluğunu da bitirirsiniz."

"... hızlı adımlarla yürümeye devam ederken, belki de kalabalıkta kaybederim kendimi diye belirsiz bir duygu geçti içinden"

“insan kaybettiği parıltısını özler”

“Gülümsemeye, hayata ve hayatın kendisinde biçtiği role aldırmıyormuş gibi davranmaya çalıştı ama başarılı olamadı.”

“İnsanlar ölüm karşısında bile durup düşünmüyorlar, diye geçirdi içinden, akıllarını başlarına almıyor, biraz alçakgönüllülük göstermiyorlar, hiç kimse kendi kendine sormak zorunda olduğu temel birkaç soruyu sormuyor, boş verip geçiyor.”

“uyanmak ve yeni güne başlamakta daima isteksizdi, uykusuna adeta sımsıkı sarılır, bırakmazdı”

“En son ne zaman biriyle sohbet ettin?”

“Hayaller susuzluğu gideriyor.”

“Ancak size söz veremiyorum, hatta tam tersini söylüyorum, bununla birlikte cesaretinizi kaybetmeyiniz  ve benim romanlarımdan birine karakter olarak giremeseniz de hayatınıza eskisi gibi devam ediniz.”

“Bir çağ kapanmıştı ve toplumsal konularla ilgili bir birey olarak Elias Rukla'yı da beraberinde götürmüştü, zira Elias tam da bu çağda kendini gençleri eğiten bir kamu görevlisi olmaya adamıştı. Yeni bir çağda gençleri eğitmeye niyeti yoktu, bunu yapabilecek vasıflara da sahip değildi zaten. İşte bu kadar basit. Durum bu kadar basit, diye bağırdı. Lanet olsun, durum bu. Dört bir tarafta çöküntü var. Etrafına bir bak, diye haykırdı. Artık uzun uzun konuşamıyorsun bile, lanet olsun. En son ne zaman biriyle sohbet ettin? Bir yılı geçmiştir herhalde, diye düşündü. Sana anlamlı gelecek bir şey bulabilmek için ticari çıkarlardan oluşmuş bir kümenin arasından seçip ayıklaman gerekiyor, diye ekledi. İnsanı konuşmaktan alıkoyar bu. Bu kümeye de demokrasi adını veriyorlar. Evet, ben buna küme diyorum, böyle deyince de halkı aşağıladığımı iddia ediyorlar, diye öfkeyle geçirdi aklından. Belki de haklılar, belki de artık ben gerçekten demokrasiye inanmıyorum.”

“Yoksul kitlelerin nasıl da başkentte yaşamanın cazibesine kapılıp oraya akın ettiklerini gözleriyle görmüştü. Yoksul ve renksiz günleri köylerinde bırakarak metropolün kenarına ilişmiş umarsız bir gecekondu dünyasına göç ediyor ve ömür boyu da oradan ayrılmıyorlardı. Geldikleri yerde daha iyi bir hayatları vardı ama yine de metropollere göçüyor ve dişleriyle tırnaklarıyla orada tutunmaya çalışıyorlardı. Neden? Çünkü insanlar cazibeye kapılıyorlardı. Büyük arabaların, televizyon programlarının, lüks lokantaların, trafik keşmekeşinin, sinemaların reklam ışıklarının, piyango çekilişlerinin, duvarların arkasında kapılarında silahlı güvenlikçilerin beklediği villaların ve bütün bunlarla aynı çağda yaşamanın dayanılmaz cazibesine. Açlıktan mideleri kazınsa da televizyonda gösterilenlerle aynı çağda yaşıyor olmak insana bunu unutturuyor. Hayaller susuzluğu gideriyor. Hayaller tatmin ediyor!”

"Ülkede verilen en yüksek zorunlu eğitimden geçmiş gençler arasında uygarlıktan hiç nasibini almamış ve bunu gizleyecek kadar terbiyesi olmayan, hatta bundan dolayı hicap duymayanlar da bulunuyormuş demek... "

“Kadın olsun, erkek olsun herkesin başına gelen, ancak kadınlar açısından cazibelerini yitirmek olarak anlaşılan doğal ve biyolojik bir sürecin sonucunda yüzü sarkmıştı, kadınlar bu gerçeği kabul etmeyip de hayatı doğal sürecinde yaşamak yerine, genç kızlıklarındaki gibi görünmek üzere bu sürece direndikleri taktirde ortaya zavallıca sonuçlar çıkabiliyordu.”

“Ölüm acısıyla burun buruna gelen herkes karşısındakileri etkileyen azametli bir duruş sergileyebilir. Ancak bu ne kadar devam eder dersiniz?”

“Düşmüştü artık, bundan geri dönüş yoktu, kalkmaya gönlü de yoktu, hatta gelip kaldırsalar bile kalmayacaktı.”

“Her günkü gibi özenerek tertemiz bir gömlek giymişti üzerine, bu çağda ve bu koşullar altında yaşamak zorunda kalmanın verdiği ve bir türlü kurtulamadığı rahatsızlığı bir nebze hafifletiyordu bu gömlek”

“Tedavülden kalkmış bir insan, demode, külüstür, son kullanma tarihi geçmiş bir öğretmen gibi hissediyordu kendini.”


YORUMLARIMIZ

MAHCUBİYET VE HAYSİYET

Öğretmenlik mesleği hakkında üzerinde sözü olmayacak, yorum yapmayacak kimse yoktur. Herkesin bir fikri vardır çünkü. Başka hiçbir meslekte olmayacak kadar. Aşırı yüceltme ile değersizleşme sarmalında salınır gider. Oysa çok karmaşık çok yönlü ve bulunduğunuz sınıf ortamındaki insan sayısı kadar da duygu ve düşünce yoğunluğunu içeren bir etkileşimdir öğretmenlik. Bu yazı öğretmenlik üzerine değil elbette. Yazım tamamen Dog Solstad’ın Mahcubiyet ve Haysiyet romanı hakkında.

Norveç’in önemli yazarlarından biri olan Dog Soltsad’ın bu romanına lisede edebiyat öğretmenliği yapan Elias Rukla’nın bir gün sınıfta her yıl müfredat konusu olan klasik metin olan Henrik İbsen’in Yaban Ördeği oyunu işlenirken; sisteme, öğrencilere, kendine dair sorgulamaları sonrasında, okul çıkışı şemsiyesinin açılmayışı üzerine geçirdiği sinir kriziyle başlıyor. Bu çok basitmiş gibi görünen ve hatta öğretmen olarak neredeyse her gün yaşadığımız duygusal iniş çıkışlarımız tabi ki Dog Solstad’ın kaleminden çok ustalıklı gelişiyor. Elias Rukla adındaki öğretmen karakterimiz Yaban Ördeği oyununu her yıl anlatıyor edebiyat dersinde. Ancak o gün başka bir açıdan görüyor oyundaki bazı şeyleri. Onun gördüklerini öğrencilerin de görmesini istiyor tabi. O duygudaşlığı yaşamadığı gibi öğrencilerin konuyla ilgisizlikleri, sıkılmaları yaşları gereği ciddiye almamaları o gün fazladan canını sıkıyor öğretmenin. Konunun bu kısmında bize de Yaban Ördeği oyununu okutma görevi veriyor tabi. Başka türlü bağlamı yakalayamayacağız. Çünkü Yaban Ördeği oyununda doktor karakterinin söylediği “bir insanın elinden hayatı boyunca kendisini kandırdığı şeyi aldığınız anda mutluluğunu da bitirirsiniz” sözü roman karakterimizin hayatı boyunca evliliği, işi, arkadaşıyla ilişkisi, sistemle ilişkisi aslında hayatı varoluşsal anlamda anlamlı kılmaya çalıştığı tüm bağların altındaki “inanmak istediği yalanlar” olduğunu görüyoruz. Görüyoruz diyorum ama bunu sanki karşımızda bir arkadaşımız var da onunla sohbet ederek düşüncelere dalıyoruz. Zaten tam bir orta sınıf sorunları bahsettikleri. Öğretmen olmamız, eşimiz dostumuz, iş arkadaşlarımız, tüketmeye odaklanmış tüketici bireyler olarak özdeşim kurmakta hiç zorlanmıyoruz. Hatta dünyanın en yüksek refah seviyesine sahip Norveç’te bunlar yaşanıyorsa biz ne yapalım diyerek rahatlıyoruz bile. Ama işte tek fark bu bizim yaşadığımız ekonomik ve toplumsal sorunların orada kırk elli yıl önce yaşanmış olması.

Ben Dog Solstadı iki yıl önce keşfettim. Hep de yaz kitapları olarak okudum onu. Diğer kitaplarını da aynı keyifle okudum. Dog Solstad çünkü hep modern dünya insanı ve onun içinde bulunduğu koşullardan bahsediyor ama yarattığı dünyalar ve yazım biçimi, kurgusu hep şaşırtıcı hep heyecan verici. Bu keyifi yaşamanız dileğiyle…

 

FATMA DEMİRCİ




28 Eylül 2023 Perşembe

 

KOLERA GÜNLERİNDE AŞK/ GABRİEL GARCİA MARQUEZ/ 2023 YAZ KİTAPLARIMIZ

 


KİTAP HAKKINDA

Kolera Günlerinde Aşk, bırakılmış bir sevgilinin, yeniyetmelik yıllarından başlayarak yaşlılığın alacakaranlığına dek süren yarım yüzyıllık aşkının öyküsü. Gabriel Garcia Marquez'in, ustalığı, bu öyküyü bir destana dönüştürüyor: aşkın, deli-akıllı, yabanıl-evcil, tensel, romantik tüm biçimlerinin pastoral bir şiirin büyüsüne büründüğü bir destan. On dokuzuncu yüzyılın yirminci yüzyıla dönüştüğü bir zaman dilimini kapsayan bu bitmeyen aşkın gerisinde, çağdaşlaşma çabası içindeki bir toplumun çeşitli yönlerini, özellikle taşra kentsoyluluğunun saçmalıklarını ince bir alayla eleştiriyor yazar. Roman boyunca, aşk acılarının lirik rüzgârlarının esintileri arasında, Gabriel Garcia Marquez'in, insancıl mizahı, sürekli olarak duyuruyor kendini. Bu nitelikleriyle, Kolera Günlerinde Aşk, Gabriel Garcia Marquez'in başyapıtı sayılan Yüzyıllık Yalnızlık'ın yanında tartışılmaz bir biçimde yerini alıyor.

/Tanıtım bülteninden alıntı

GABRİEL GARCİA MARQUEZ KİMDİR?

Gabriel García Márquez veya tam adıyla Gabriel José de la Conciliación García Márquez (6 Mart 1927 - 17 Nisan 2014), tüm Latin Amerika'da Gabo lakabıyla bilinen Nobel Edebiyat Ödüllü Kolombiyalı yazar, romancı, hikâyeci ve oyun yazarıdır.

 

20. yüzyılın en önemli yazarlarından birisi olarak nitelendirilen Márquez, 1972 yılında Neustadt Uluslararası Edebiyat Ödülü'nü ve 1982 yılında da Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanmıştır.

Montessori eğitim modelini benimsemiş bir anaokulunda eğitim gördü. Sucre'ye geldikten sonra, Gabriel'in resmi eğitimine başlamasına karar verildi ve Río Magdalena'nın ağzındaki bir liman kenti olan Barranquilla'da bir staja gönderildi. Orada, mizahi şiirler yazan ve mizahi çizgi romanlar çeken ürkek bir çocuk olma konusunda bir üne kavuştu. Atletik faaliyetlerde ciddi ve az ilgi duyduğu için sınıf arkadaşları tarafından "El Viejo" olarak anılmıştır.

 

García Márquez, 1940'tan itibaren Colegio jesuita San José'de (bugün Instituto San José'de) lise yıllarını tamamladı ve ilk şiirlerini Juventud'daki okul dergisinde yayınladı. Daha sonra, Hükûmet tarafından verilen bir burs sayesinde Gabriel, Bogotá'ya okumaya gönderildi. Başkentten bir saat uzaklıktaki Liceo Nacional de Zipaquirá'ya taşınarak, orta öğrenimini burada tamamladı. Kendi imkanlarıyla okumaya çalıştığı Hukuk Fakültesindeki eğitimini yazar kariyeri için yarıda bıraktı.

 

Genç yaşından itibaren, hiç çekinmeden dış politika ve Kolombiya'yı eleştirdi. 1958 senesinde Mercedes Barcha ile evlendi ve Rodrigo García ve Gonzalo García isimli iki çocuğu oldu. Meksikalı yazar ve gazeteci Susana Cato'yla evlilik dışı ilişkilerinden doğan Indira Cato adında bir de kızı vardır. Marquez'in yaşamı boyunca varlığını gizlemiş olan kızının kimliği kendisinden sonra hayatını kaybedecek olan eşi Mercedes Barcha'nın(2020) ardından yakınları tarafından duyurulmuş.

 

García Márquez, yazar olarak başladı ve beğeni toplamış kurgusal olmayan çalışmalar ve kısa hikâyeler yazdı. En iyi bilinen romanları Yüzyıllık Yalnızlık (1967), Başkan Babamızın Sonbaharı (1975), Kırmızı Pazartesi (1981) ve Kolera Günlerinde Aşk (1985) olmuştur. En önemlisi sıradan ve gerçekçi durumların aksine sihirli öğeleri ve olayları kullanan Büyülü Gerçekçilik olarak adlandırılmış bir edebiyat tarzı yaygınlaşırken, eserleri önemli eleştirel beğenileri ve geniş bir ticari başarı elde etti. Bazı eserlerinde Macondo (doğduğu şehir olan Aracataca'dan esinlenerek) ismi verilen kurgusal bir köyü anlatır ve çoğunda yalnızlık teması işlendiği gözlemlenir.

 

17 Nisan 2014 tarihinde Meksika'daki evinde 87 yaşında hayatını kaybetti. Ölümünden sonra, Kolombiya Cumhurbaşkanı Juan Manuel Santos, onu "bugüne kadar yaşamış en büyük Kolombiyalı" olarak lanse etmiştir.

 

Yazarın kişisel arşivi ölümünün ardından ailesi tarafından Amerika'nın Austin kentinde bulunan Teksas Üniversitesi'ne satıldı. Arşivde, Marquez'in kitaplarından onun el yazısı ile orijinal kopyaları ve Graham Greene, Gunter Grass ve Carlos Fuentes gibi yazarlarla yaptığı yazışmalara ait mektuplar da bulunmaktadır. Teksas Üniversitesinden yapılan açıklamada arşiv için 2,2 milyon dolar ödendiği belirtilmiştir. Marquez’in külleri, 2015 yılının Aralık ayında Meksika'dan Karayipler’deki Cartagena kentine getirileceği bildirilmiştir. Nitekim açıklandığı gibi yazarın küllerinin bir kısmı Cartagena'ya taşınmış, kalan kısmı ise Meksiko şehrinde bırakılmıştır.

 

2015 yılında The Washington Post'un bulduğu arşivlere göre; FBI'ın 24 yıl boyunca (1961'den 1985'e kadar) Marquez'i takip ettiği ortaya çıktı. Takibin sebebinin Marquez'in Kübalı haber ajansı Prensa Latina'nın kuruluşuna yardımcı olması, olduğu söyleniyor. Marquez'in 1982'de Nobel Edebiyat Ödülü almasına rağmen, 3 yıl daha takip edildiği bildirildi.

 

Stili

Her kitapta farklı bir yol çizmeye çalışıyorum... . Biri tarzı seçmiyor. Bir tema için en iyi stilin ne olacağını araştırabilir ve keşfetmeye çalışabilirsiniz. Ama üslubu konuya göre, zamanın ruh haline göre belirler. Uygun olmayan bir şey kullanmaya çalışırsanız, işe yaramaz. Sonra eleştirmenler bunun etrafında teoriler kurarlar ve benim görmediğim şeyleri görürler. Ben sadece bizim yaşam tarzımıza, Karayiplerin yaşamına yanıt veriyorum.

 

García Márquez, okuyucunun hikaye geliştirmede daha katılımcı bir role zorlanması için görünüşte önemli ayrıntıları ve olayları dışarıda bırakmasıyla dikkat çekti. Örneğin, Albay'a Kimse Yazmaz'da ana karakterlere isim verilmez. Bu uygulama, önemli olayların sahne dışında gerçekleştiği ve izleyicinin hayal gücüne bırakıldığı Antigone ve Oidipus Rex gibi Yunan trajedilerinden etkilenir.

 

Gerçekçilik ve Büyülü Gerçekçilik

Gerçeklik, García Márquez'in tüm eserlerinde önemli bir temadır. İlk çalışmaları hakkında (Yaprak Fırtınası hariç), "Kimse Albay'a Yazmaz, Kötü Saatte ve Koca Ana'nın Cenazesi, Kolombiya'daki yaşamın gerçekliğini yansıtıyor ve bu tema kitapların rasyonel yapısını belirliyor. bunları yazdığınıza pişman olmayın, ancak çok durağan ve dışlayıcı bir gerçeklik görüşü sunan önceden tasarlanmış bir tür literatüre aittirler."

 

Diğer çalışmalarında gerçeğe daha az geleneksel yaklaşımlarla daha çok deney yaptı, böylece "en korkunç, en sıra dışı şeyler ölü bir ifadeyle anlatılıyor". Sıkça alıntılanan bir örnek, Yüzyıllık Yalnızlık'ta çamaşırları kurutmak için asarken bir karakterin cennete fiziksel ve ruhsal yükselişidir. Bu eserlerin tarzı, Kübalı yazar Alejo Carpentier tarafından tarif edilen ve büyülü gerçekçilik olarak etiketlenen "muhteşem krallığa" uyuyor. Edebi eleştirmen Michael Bell, García Márquez'in stili için alternatif bir anlayış önerir, çünkü sihirli gerçekçilik kategorisi, ikiye ayırma ve egzotikleştirme olduğu için eleştirilir, "gerçekten tehlikede olan şey, duygusallığa kapılmadan gündüz dünyasına açık kalabilen psikolojik bir esnekliktir. modern kültürün kendi iç mantığıyla zorunlu olarak marjinalleştirdiği veya bastırdığı bu alanların dürtüleri." García Márquez ve arkadaşı Plinio Apuleyo Mendoza, çalışmalarını benzer şekilde tartışıyorlar.

 

Kitaplarınızdaki gerçekliği ele alma biçiminiz... büyülü gerçekçilik olarak adlandırıldı. Avrupalı okuyucularınızın genellikle hikayelerinizin sihrinin farkında olduklarını ancak arkasındaki gerçeği göremediklerini hissediyorum... Bunun nedeni kesinlikle onların akılcılığının, gerçeğin domates ve yumurta fiyatlarıyla sınırlı olmadığını görmelerini engellemesidir.

Roman, novella ve öykü

Yaprak Fırtınası, 1955 (La hojarasca)

Albaya Mektup Yazan Kimse Yok,1961 (El coronel no tiene quien le escriba)

Hanım Ana'nın Cenaze Töreni,1962 (Los funerales de la Mamá Grande)

Şer Saati,1962 (La mala hora)

Yüzyıllık Yalnızlık,1967 (Cien años de soledad)

Sevgiden Öte Sürekli Ölüm,1970 (Muerte constante mas alla del amor )

Mavi Köpeğin Gözleri,1973 (Ojos de perro azul)

Başkan Babamızın Sonbaharı,1975 (El Otoño del patriarca)

İyi Kalpli Erendira ile İnsafsız Büyükannesinin İnanılmaz ve Acıklı Öyküsü,1978 (La increíble y triste historia de la cándida Eréndira y de su abuela desalmada)

Kırmızı Pazartesi,1981 (Cronica De Una Muerte Anunciada)

Kolera Günlerinde Aşk,1985 (El amor en los tiempos del cólera)

Labirentindeki General,1989 (El general en su laberinto)

On İki Gezici Öykü, 1992 (Doce cuentos peregrinos)

Aşk ve Öbür Cinler, 1994 (Del amor y otros demonios)

Benim Hüzünlü Orospularım, 2004 (Memoria de mis putas tristes)

Edebiyat dışı

Bir Kayıp Denizci,1970 (Relato de un náufrago)

Latin Amerika'nın Yalnızlığı,1982

Marquez'le Konuşmalar Plinio Apuleyo Mendoza ile birlikte,1982 (El olor de la guayaba. Conversaciones con Plinio Apuleyo Mendoza)

Şili'de Gizlice (Miguel Littin'in Serüveni),1986 (La aventura de Miguel Littín clandestino en Chile)

Bir Kaçırılma Öyküsü,1996 (Noticia de un secuestro)

Anlatmak İçin Yaşamak,2002 (Vivir para Contarla)

Kaynak: Vikipedi


 

FİLM HAKKINDA

Senaryosunu Nobel ödüllü Latin Amerikalı yazar Gabriel García Márquez'in 1985 tarihli aynı adlı romanından (İspanyolca:El Amor en los Tiempos del Cólera) Ronald Harwood'un uyarlayıp yazdığı filmi Mike Newell yönetmiştir. Garcia Márquez'in eserleri daha önce de Latin Amerikalı ve İtalyan yönetmenler tarafından sinemaya aktarılmıştı, ama bu film Hollywood'da yapılmış ilk Garcia Márquez uyarlaması olma özelliğini taşıyor. Márquez romanlarının özgün dili olan İspanyolca dışında bir dilde sinemaya aktarılmasını istemiyordu. Filmin yapımcısı Scott Steindorff kitabın film haklarını alabilmek için Gabriel García Márquez'in peşinden 3 yıl boyunca koşmuş ve sonunda istediğini alabilmişti.

 

Görüntüleri Affonso Beato'ya ait olan filmin müziklerini de Brezilyalı besteci Antonio Pinto yapmıştır. Önemi rollerde Giovanna Mezzogiorno, Javier Bardem, Benjamin Bratt, John Leguizamo ve Liev Schreiber oynamışlardır. Filmin tema müziği olan Despedida'nın bestesini Pinto ile birlikte yapıp yorumlayan Shakira, şarkının sözlerini de yazmıştır. Shakira da Márquez gibi Kolombiyalıdır. Filmin bu tema şarkısı 2008'de En İyi Özgün Şarkı dalında Altın Küre ödülüne aday gösterilmişti.

 

Filmin çekimlerinin büyük bölümü García Márquez'in memleketi olan Kolombiya'nın tarihi şehri Cartegena'da yapılmıştır. Filmde 19. ve 20. yüzyıllar arasında 50 yıllık bir zaman dilimine yayılan ve üç kişi arasında geçen tutkulu bir aşk öyküsü anlatılmaktadır.

Kaynak: Vikipedi


KİTAPTAN ALINTILAR

" Salgın başladığı gibi ansızın bitti, hasarın niceliği de hiçbir zaman bilinemedi; saptanması olanaksız olduğundan değil, kendi felaketimizden duyduğumuz utancın bizim en olağan özelliklerimizden biri olduğundan."

"Karşılıklı kuşkulara karşın, onu ne denli sevdiğini bilmeden göçüp gitmemesi için ona bir ancık daha olsun bağışlamasını dilemişti Tanrı’dan; birbirlerine söyleyemedikleri her şeyi söylemek, geçmişte yaptıkları kötü şeyleri yeniden daha iyi yapmak için onunla birlikte sürdüğü yaşama yeni baştan başlamak için dayanılmaz bir istek duydu içinde."

“Ancak Tanrı’nın sonsuz lütfuyla var olabilen saçma bir icattı evlilik. Birbirini yeni tanıyan, aralarında hiçbir akrabalık olmayan, yapıları başka, kültürleri başka, hatta cinsleri bile başka iki insanın birden bire kendilerini birlikte yaşamaya,aynı yatakta yatmaya,belki de her biri başka başka yönlere gitmek üzere çizilmiş iki yazgıyı bölüşmeye mahkum bulmaları her türlü bilimsel düşünceye aykırıydı.”

“Yaşamda gereksinim duyduğum tek şey, beni anlayan birisi.”

“Umarsız bir kimsenin sayıklamaları olduğuna kendini inandırmış olmasaydı, bu açıklamalar o yaşta bile yaşamını değiştirebilirdi.”

“Aşk diye bir şey varsa, ayrı bir şeydi: Başka bir yaşamdı.”

“Kolera, daha kalabalık, daha yoksul olan zenci nüfus için daha amansız oldu, ama gerçekte ne renk, ne soy sop ayrımı gözetiyordu.”

“Savaş dağlarda.

“Kendimi bildim bileli kentlerde insanlar kurşunla değil, kararnamelerle öldürülüyorlar.”

“Evliliklerinin altın yılını kutlamışlardı ve birbirleri olmaksızın ya da birbirlerini düşünmeksizin bir an bile yaşayamıyorlardı; yaşlılıkları ilerledikçe bunun daha az bilincine varıyorlardı. Hiçbiri bu karşılıklı köleliğin sevgiye mi yoksa rahatlığa mı dayandığını bilmiyordu ama ellerini yüreklerini koyup hiçbir zaman sormamışlardı bu soruyu kendi kendilerine; çünkü ikisi de yanıtını bilmezlikten gelmeyi yeğlemişlerdi hep.”

“Florentino Ariza'nın yanıtı, gecelerle birlikte, tam elli üç yıl, yedi ay, on bir günden beri hazırdı:

"Bütün bir yaşam boyu, " dedi.”

“Jeremiah de Saint-Amour, hiçbir anlamı olmayan bir tutkuyla seviyordu yaşamı; denizi ve aşkı seviyordu, köpeğini ve onu seviyordu ve gün yaklaştıkça, ölümü kendi kararlaştırdığı bir şey değilmiş de, amansız bir yazgıymış gibi umarsızlığa yenik düşüyordu”

“... sandığı gibi, gece yarısından beri biriken yaşlar değildi bunlar; başkaydı bu gözyaşları: tam elli bir yıl, dokuz ay, dört günden beri içinde boğulmuş olan gözyaşları.”

"Kim olursa olsun , herkes kendi ölümünün sahibidir ; o an gelip çattığında yapabileceğimiz tek şey , insanların korkusuz ve acısız ölmelerini sağlamaktır. "

“...ölüm meleği bir an çalışma odasının serin alacakaranlığında dalgalanmış, sonra ardında tüyden bir iz bırakarak pencereden çıkıp gitmişti, ama çocuk görmemişti onu.”

Sessizliğin içinde dalgın bir ses işitildi: "O yaşta insan, daha yaşarken yarı yarıya çürümüştür."

" Yüz yaşıma geldim ; her şeyin,  evrendeki yıldızların bile yer değiştirdiğini gördüm  , ama bu ülkede hiçbir şeyin değiştiğini görmedim daha ,  " diyordu.

"İyi bir evlilikte en önemli şeyin mutluluk değil, denge olduğunu hiç unutma."

“...yaşlılık döneminin akıp giden bir sel değil, belleğin suyunu kurutan dipsiz bir sarnıç olduğunu duyumsuyordu.”

"Sana sonsuz bağlılık ve bitmeyen aşk andımı bir kez daha dile getirmek için yarım yüzyıl bekledim bu anı..."

 

"Unutmamak için bir hücrenin duvarlarına her gün bir çizgi çekmek zorunda kalmamıştı; çünkü tek bir gün bile geçmemişti ki onu anımsatan bir şey olmasın..."

 

"Yıllar boyunca ikisi de ayrı ayrı yollardan geçerek akıllıca bir sonuca vardılar. Başka türlü birlikte yazamaları olanaksızdı; başka türlü birbirlerini sevmeleri de, bu dünyada hiçbir şey aşktan daha güçlü değildi..."


YORUMLARIMIZ

Kolera Günlerinde Aşk Gabriel Garcia Marquez’in  ilk bakışta aşk romanı gibi görünmesine rağmen ölüm, yalnızlık, evlilik hayatı ve toplum ahlakını büyülü bir dil ile okuyucusuna anlattığı diğer önemli eseri. Marquez, “Kolera Günlerinde Aşk” romanında kimi hastalıklı bir hale dönüşen kimi de sevgiye bürünen aşkın iyi ve kötü, birçok yüzünü en çarpıcı ifadelerle anlatıyor.

Eserin etkileyici bir başlığı var ve onu ilk gördüğümüzde bilinçaltımızda kitabın aşk hakkında olması gerektiğine hazırlanıyoruz.

Kesinlikle öyle, yazar olağanüstü birçok "farklı aşklar" hakkında yazıyor.

 "farklı aşklar”

 Fiziksel  ve mental aşklar. Yazar onları ayırt ediyor ve karşılaştırıyor. Bunu Florentino ve birçok metresi aracılığıyla yapıyor. Marquez, okuyucuya, farklı insanlara yönelik olsalar bile, bedensel aşk ile mental aşkın uyum içinde var olabileceğini garanti ediyor. Biri diğeriyle çelişmez.

Marquez ayrıca aşk zamanını sorguluyor, eskimiş veya mazide kalan aşk? Yazarımız “her yaş aşka boyun eğmiştir” fikrinin bir savunucusu.

Biz ister istemez genç aşkı mazideki aşkla karşılaştırıyoruz... Yazarın başarmaya çalıştığı da buydu, çünkü kendisi "farklı aşkları" analiz ederek bunun çok, çok ileri yaşta aşk olduğu sonucuna varıyor. En samimi gerçekçi olan budur, her şeyi kabul eder ve anlar: bir kadını yaşlanmış, sarkmış göğüsleriyle, derisi buruşmuş ve solmuş olsa bile.

İşte böyle bir  aşkı anlatıyor Marquez.

Marquez…

Dünyaya yüzyıllık yalnızlık kitabını hediye eden yazar , büyülü gerçeklik akımına da öncülük etmiş, kolera günlerinde aşk kitabını kaleme almıştır. Büyülü gerçeklik ; sıradan görünen olayları anlatım diliyle zenginleştirmek , bizlere büyülü bir anlatım sunmak olarak tanımlayabiliriz.

Özgün anlatımı, olaylar ve kurgular, gerçek hayattan alınan imgeler hayal dünyamızda bambaşka gerçeklik kazanabiliyor. Güney Amerika’ya bu sefer Karayipler’den giriş yaparak o topraklarda, yaşadığı döneme bir yolculuk yapıyor, toplumunun 20.yy a girerken çağdaşlaşma çabasının toplumda hangi sorunları yarattığını da mizahi dilimde inceden inceye anlayabiliyorsunuz. Dönemin içinde bulunduğu şartları anlatması ve gözler önüne sermesi bakımından çok iyi.

Roman’da dikkat çekecek kadar kesin belirlenmiş rakamlar var.

Florentino, genç kıza aşkını ve sadakatini bir kez daha söylemek için Dr. Urbino?nun ölümünü beklemek zorunda kalacaktır yani 51 yıl, 9 ay, 4 gün. Ve bu süre içinde başından geçen aşk ilişkilerini not alır, öyle ki gece avları ve gelgeçlerin dışında çoğu da uzun süreli, fakat hiç biri Fermina’nın yerini tutmayan 25 defter dolusu, 622 aşk serüveni.

Roman’da bazı ağaçlar, çiçekler ve kuşlar var ki bir simge gibi sık sık tekrarlanır. 

Los Evangelios parkındaki badem ağaçları, âşıkların birbirini yarım yüzyıl hatırlayacakları imgelerin arkasındaki fon gibidir. Fermina’nın aklında, Florentino, okula gelip gittiği vakitlerde parktaki badem ağaçlarının gölgesinde bankın üzerine oturmuş kitap okur gibi yaparak gözlüklerinin ucundan kendisini izleyen silik bir gölge gibi kalır. Florentino ise genç kızı çiçek açmış badem ağaçlarının altında yaşlı halasına okuma dersleri verirken başında gardenya tacı ile tıpkı taçlı bir tanrıçaya benzeyen haliyle hatırlayacaktır.

Sabırla, inatla okunması gereken modern zamanların en önemli edebi eserlerindendir. Olay örgüsünü ve karakterleri anlamaya çalışırken başlarda biraz sıkılacaksınız, ama bilin ki karakterlerin o ilmek ilmek işlenmiş iç dünyalarını, ruhlarının en gizli köşelerini, en derin arzularını okuduğunuzda hem anlatımın hem de kurgunun hayranı olacaksınız. Anlatım, kurgu çok da sürükleyici gelmeyebilir. Ancak bir zamandan sonra karakterler size çok tanıdık ve gerçek gelecek, hissettiklerini hissedeceksiniz.

 

Uzun Latin ülke sefaleti betimlemeleri, hastalık, kirlilik, acı, sıcak tasvirleri midenizi bulandıracak. Adeta hissedeceksiniz, biraz öteye atılmış bir çöp yığınının kokusu burnunuza gelecek, sanki çöp yığınının üstünde vızıldayan sinekleri duyar gibi olacaksınız. Güçlü bir anlatım. Kitap okumuş gibi değil de film izlemiş gibi olacaksınız. Bu tuhaf adamın tükenmek bilmeyen aşkına şaşıracaksınız.

“Yüz yıl önce, ikimizde çok genç olduğumuz için, şu zavallı adamla bana yaşamı haram ettiler; şimdi de çok yaşlı olduğumuz için aynı şeyi yapmak istiyorlar.” (Fermina Daza’nın gelinine söylediği sözler.)

/Havalı Okur Nigar