30 Ekim 2021 Cumartesi

 2021 YAZ KİTAPLARIMIZDAN (EV- NERMİN YILDIRIM)


KİTAP HAKKINDA

Seher, mecburi yol arkadaşı Ogo’yla birlikte, Camino de Santiago yürüyüşünü yapmak üzere yola çıkar. Amacı, yolun sonunda ondan ayrılmak ve eski dostu Kader’le buluşmak için Finisterra’ya geçmektir. Üniversite yıllarından tanıdığı Kader’in sözleri zihninde dönüp durmaktadır: “Dünyanın sonu oradaymış, eskiden öyle inanılırmış. Santiago yolu bittikten, her şey bittikten sonra, okyanus kıyısında, tek başına bir kasaba varmış. Onun da sonunda bir deniz feneri. (…) Yerde yürüyormuşsun ama gökte gibiymişsin. Düşünsene, yıldızların izinden yürüyorsun, yıldızların yerdeki yansıması sensin!” Ancak bu kadim yol çok uzun, Seher’in yükü ise çok ağırdır. Yine de yolun sonuna kadar gitmeye kararlıdır, verilmiş bir sözü vardır çünkü.

Nermin Yıldırım, bu kez sürprizlerle dolu uzun bir yürüyüşe çıkarıyor okurunu. Yol üzerinde türlü çeşit insanla, hayvanla ve fonda durmaksızın uğuldayan okyanusla tanıştırıyor. Kendini evinde hissedemeyenlerin, evlerinden zorla koparılanların, kaçmak zorunda kalanların ve hiçbir yere sığınamayanların dünyasına ortak ediyor. Romanlarında okuru aile, toplum ve bellek ekseninde yolculuklara çıkaran Yıldırım, duyarlı sesi, nüktedan ve kıvrak diliyle hafızanın iplerini kâh salıp kâh sararak sımsıkı bir yumak oluşturup hayatlarımıza farklı gözlerle bakmamızı sağlıyor. /Alıntı

 

NERMİN YILDIRIM KİMDİR?

Nermin Yıldırım 7 Mart 1980 yılında Bursa'da dünyaya geldi. Anadolu Üniversitesi İletişim Fakültesi Basın Yayın Bölümünden mezun oldu. Bir çok gazetede ve dergilerde muhabir, editör ve köşe yazarı olarak çalıştı. İlk romanı olan Unutma Beni Apartmanı 2011 senesinden yayınlandı.

Bundan sonra Rüyalar Anlatılmaz, Saklı Bahçeler Haritası, Unutma Dersleri, Dokunmadan, Misafir kitapları izledi.

Nermin Yıldırım kitapları Romanca, Sırpça, Fransızca, Çinçe, Arapça gibi bir çok dile çevrildi. Uluslararası Edebiyat projelerine katıldı ve çeşitli ülkelerin yazarları ile ortak çalışmalar yaptı. 2013 senesinde KÖLN Kültür dairesi daveti ile KÖLN'e 2015 senesinde ise Sanghay Yazarlar Derneğinin daveti ile Çin Sanghay'a gitti.

Nermin Yıldırım'ın romanları toplumsal ve kişisel bellek üzerine kurgulanmıştır. Unutma Beni Apartmanı’nda yıllar sonra annesinin sesini ilk kez telefonda duyan Süreyya’nın kişisel hikâyesi üzerinden, Türkiye’nin son yarım yüzyılının hikâyesi anlatılır. "Rüyalar Anlatılmaz" ın odağında ise bir âilenin tarihi var. "Saklı Bahçeler Haritası" nda okur, 1930’lardan 1960’lara kadar geçen süreçte yazılıp günümüze kadar ulaşan esrarengiz mektuplardan hareketle, mektupların sahiplerini olduğu kadar, 20'inci yüzyılın önemli gelişmelerini de takip eder.

2015 senesinde yayımlanan "Unutma Dersleri" romanında ise aşk, hayaller ve aklın cilvelerine dair psikolojik referanslar içeren sürükleyici bir serüven kurguladı.

2017 senesinde yayımlanan "Dokunmadan" romanı Dünya Kitap "Yılın Telif Kitabı" ödülünü kazandı. 2018'de yayımlanan bir sonraki romanı "Misafir" Berlin Film Festivali'nin edebi eserleri sinemaya taşımak amacıyla oluşturduğu Books at Berlinale kategorisinde seçilen 12 eserden biri oldu[4]. Yıldırım'ın "Ev" başlıklı yedinci romanı ise 2020 senesinde yayımlandı.

Uluslararası PEN yazarlar birliği üyesi Nermin Yıldırım, hem Barselona'da, hem de İstanbul’da yaşıyor.

KİTAPLARI:

Ev (2020, Hep Kitap)

Misafir (2018, Hep Kitap)

Dokunmadan (2017, Hep Kitap)

Unutma Dersleri (2015, Doğan Kitap)

Saklı Bahçeler Haritası (2013, Doğan Kitap)

Rüyalar Anlatılmaz (2012, Doğan Kitap)

Unutma Beni Apartmanı (2011, Doğan Kitap)

Yer aldığı öykü antolojileri

Güçoburlar - "Hoş Geldin" adlı öyküsüyle (Hazırlayan: Aslı Tohumcu, Kutlukhan Kutlu, Doğan Kitap, 2015)

Kadınlar Arasında – “Narin Ben Geldim” adlı öyküsüyle (Hazırlayan: Murathan Mungan, Metis Yayınları, 2014)

Öyküden Çıktım Yola - “Kara Kaya” adlı öyküsüyle (Hazırlayan: Remzi Karabulut, Aylak Adam, 2014)

Kar İzleri Örttü - “Kırmızı Kar” adlı öyküsüyle (Hazırlayan: İlknur Özdemir, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2012)

KİTAPTAN ALINTILAR


"Tek başına bir cümle ta nerelerine dokunuyordu bazen insanın."

“Daha kaç kere görebileceğini bilmediği birinin her fırsatta yüzüne bakmalı insan. Seviyorsa tabi.”

"Burası dünya" diye fısıldadım. "Hem tatlı hem ekşi, kekre bir rüya. Burada herkes kaşif sayar kendini, birbirinin bahçesine girer, iz bırakayım derken talan eder. Onları sev ama tutunmaya çalışma.."

“Bir süredir biz kendimle epey kalabalığız...

Topunu içeri tıkıp kapıyı üstlerine kilitlemeyi yıllar boyu pekâlâ becerdim aslında. Hatta kendime saklayacaklarımı, kendimden bile saklayacak kadar ileri gittim...”

“Hep kuzeyi gösteren pusula, yorulunca yaslanacağım baston ,nereye gideceğimi anlamak için açıp bakacağım haritaydı. Yolu gösteriyor, aydınlatıyor ve yürürken elimden tutuyordu. Dostluk da bu değil miydi zaten ,ışığı açmak ve elinden tutmak...”

“Birinin tutup kaldıracağını bildiğinde, düşmek o kadar da korkunç değil.”

“Sahi, pes etmedikçe daha güçlü hissediyor musun yolda kendini? Hayatta peki?”

“İnsanın kendine söylediği yalanların da bir miadı var. Katı olan her şey buharlaşıyor, hayata tutunmak için inanmaya mecbur kaldığımız bütün yalanlar günü gelince açığa çıkıyor. Ve sonra biz ölmüyoruz. Daha kötü bir şey oluyor. Öğrendiklerimizle yaşamaya devam ediyoruz.”

“Bazılarımız ısıtmayı beceremeyen evlerimizi yakıyor, bazılarımız da ısınmayı çoktan geçmiş, hiç değilse donmamak için başımızı sokacak bir dam arıyorduk...”

“Herkes elinde ne varsa onu veriyordu işte birbirine. Kimi selamını, kimi yemeğini, kimi neşesini.”

“Velhasıl bir ömre birden fazla yaşam, bir yaşama birden fazla kadın, bir kadına birden fazla yalan sığdırdım.”

“Dünya böyle bir yerdi; kendine mahsus bir hayal kuramayanlar, başkasının hayali olma ya da başkasının hayalini gerçek kılma peşindeydi. Bütün hayallerin kırılmak üzere kurulduğunu bilmez gibi.”

“Bir şiir var hani. Özdemir Asıf'ın.

Geleceğim, bekle dedi, gitti,

Ben beklemedim,

o da gelmedi.

Ölüm gibi bir şey oldu

ama kimse ölmedi.''

“Neydi ev sahiden? Yeri geldiğinde tren kompartımanlarını, gemi kamaralarını, sokak banklarını, kaplumbağaların kabuklarını, ihtiyarların hatıralarını, çocukların umutlarını yuva yapan neydi? Sığındığımız yer miydi yuva? Gittiğimiz mi, terk ettiğimiz mi, döndüğümüz mü yoksa?”

“Burası dünya. Hem tatlı hem ekşi, kekre bir rüya. Burada herkes kâşif sayar kendini, birbirinin bahçesine girer, iz bırakayım derken talan eder. Onları sev ama tutunmaya çalışma. Yalnız kalmaktan korkup kendi bahçende kaybolma. Söz veriyorum, ben hep yanında olacağım. Sen bana kök vereceksin, ben sana dal saracağım. Başına gelenlere rağmen ve hatta onlarla, hem de doya doya yaşamayı öğreteceğim sana. Seni bir daha hiç bırakmayacağım. Hiç bırakmayacağım…”

YORUMLARIMIZ

Bu kitap benim için çok çekici, yürüyüş isteği uyandıran, Seherin yerinde olsaydım o yürüyüşün hakkından gelebilir miydi mi düşündüren bir roman. Yolla birlikte aynı zamanda içsel bir yolculuk da var tabi. Yolun sonunda- ki oraya ölmeye gitmişti- içindeki çocukla konuşarak ve yanında olduğunu söyleyerek hayata bir kez daha varım diyecekti. Velhasıl ölmedim. Basit ve görkemli hayatımı yaşamaya devam ettim. Korkularla, tereddütlerle ve hepsine rağmen içimde kıpırdanan utangaç bir hevesle. Heves ne güzel kelime.”

Portekiz” de dünyanın sonu denilen yerin olduğunu, kutsal Yakup peygamberin mezarının bulunduğunun var sayıldığı hac yolunu bu kitapla öğrendim ben. O yol boyu rastlanılan insanların her birinin ayrı ayrı hikayesi oluşu da dünyanın hem çok büyük ve zengin bir yer hem de insanın kendinin ne kadar küçük bir şey olduğunu hissettiriyor. Ogo'yu çok sevdim tabi ki. Bu kadar koşulsuz seven ve yanında olan bir dostun olma ihtimalini bile sevdim. Ve tabi ki Vesna'nın gerçek dramı. Orada Nermin Yıldırım romancılığını konuşturmuş işte. İki kadın iki annesiyle derdi olan kadının birbirinin sırlarına ortak oluşu ve bu sırlarına yaklaşım biçimleri etkileyiciydi.  Ben başka romanını okumadım ama okuyanlardan duyduğum kadarıyla zaten Nermin Yıldırımın bir anne kız metaforu, derdi var

Bir eve ait olmak, sevmek, sevilmek ve değerli hissetmek elbette ki romanın en önemli konusu. Çocukluğu boyunca kendini ait hissettiği bir evi olmamıştı Seher’in. Daha sonra sahip olduğu evler için ise, duvarların içindeki her şeyin benim olması kendimi evde hissetmeme neden olmadı diye anlatıyordu.” Kendimi iyi hissedeceğim, ait hissedeceğim bir ev arıyordum. Ya da birini belki, bilmiyorum. Ev dediğiniz dört duvar değil ki, orada sizi sevecek, saracak biri…”

Dilin akıcılığı, birçok yeni kelimeyi kullanarak anlamı zenginleştirmesine bayıldım. Şikemperver, inkişaf, malumatfuruş, serencam gibi kelimelere ilk kez burada rastladım.

Vesna’nın ders niteliğindeki Japon sözü ile bitirmek istiyorum. “Japonlar, değer verdikleri bir eşya kırıldığında, kendilerine bakmayı sevdikleri bir ayna ya da anneannelerinden miras bir vazo mesela, tamir ederlerken kırılan parçanın yerini altın tozuyla doldururlarmış. Hiç kırılmamış gibi görünmesini değil, aksine kırılıp yapıştığı yerin parlamasını isterlermiş. Bir eşya, bir insan, bir ruh yaralandığında, yüklendiği hatıraların, kıymetini arttırdığına inanırlarmış. Bir defa kırılan artık kırılmıştır, haklısın. Ama kendine ve hayata tutunmak için mücadele ettiği kadar güçlüdür de. Düştüğümüz yerde kırık mı kalacağız, yoksa parçalarımızı birleştirip yeniden tam olmak, başka türlü bir tam olmak için çabalayacak mıyız, mesele o. Anlıyor musun?”

Anlıyor muyuz!!! / Fatma


2 Ekim 2021 Cumartesi

 2020 YAZ KİTAPLARIMIZDAN ( BENİM GİBİ MAKİNELER/ Ian McEwan)

KİTAP HAKKINDA

Hiroşima ve Nagasaki’nin atom bombalarıyla yerle bir edilmediği, yaşamına savaş kahramanı olarak devam eden Alan Turing’in yapay zekâ alanında çığır açtığı bir dünya. Teknolojik yenilikler ve toplumsal huzursuzluklarla dolu alternatif bir 1980’ler Londrası’nda, yalnız ve amaçsız Charlie Friend ailesinden kalan parayı sınırlı sayıda üretilen ilk insansı robotlardan Ademler ve Havvalar’dan birini almak için harcar; aşık olduğu komşusu Miranda’ya, kendi Âdem’inin kişiliğini beraber oluşturmayı teklif eder. Fakat başlangıçta zekası ve uyumluluğuyla ikisini de etkileyen Adem zamanla kendi ahlak ilkelerini keşfedecek, Charlie ve Miranda’yı yüzleşilmesi zor bir sır ve içinden çıkılmaz ikilemlerle baş başa bırakacaktır.

İnsanı insan yapan şey nedir? Zeki bir makinenin insanların iç dünyasını anlaması bir gün mümkün olacak mı? Yapay zekanın insanı hem bilgi hem de etik bakımından aştığı bir dünya neye benzerdi? Ian McEwan’ın yeni romanı Benim Gibi Makineler bu gibi soruları sorarken heyecan ve gerilimi bir an olsun düşmüyor.

 

Zekice ve insancıl... Yapay zeka, rıza ve adalet kavramları üzerine bir kıssa gibi de okunabilecek retrofütürist bir aile dramı.


IAN MC EWAN KİMDİR?

Ian McEwan 1948’de İngiltere’de doğdu. Sussex Üniversitesi’nde İngiliz Edebiyatı eğitimi gördü. East Anglia Üniversitesi’nde İngiliz Edebiyatı üzerine yüksek lisansını yaparken romancı Malcolm Bradbury’den yaratıcı yazarlık dersleri aldı.

 

İlk öykü kitabı “First Love, Last Rites” (1976; “İlk Aşk, Son Törenler”, çev. Ahmet Deniz Özsoylu, Ayrıntı Yayınları, 2004) ile Somerset Maugham Ödülü’nü kazandı. Üç kere Booker Ödülü’ne aday gösterildi, 1988 yılında “Amsterdam” (1988; “Amsterdam’da Düello”, çev. Ülkem Gürpınar, Can Yayınları, 2000) ile bu ödülü kazandı. 2006’da “Saturday” (2005; “Cumartesi”, çev. İlknur Özdemir, Yapı Kredi Yayınları, 2007) adlı romanıyla James Tait Black Anı Ödülü’nü kazandı. Son olarak “Sahilde” adlı romanıyla İngiliz Kitap Ödülleri Yılın En İyi Kitabı ve Yılın En İyi Yazarı ödüllerini kazandı. Diğer önemli eserleri arasında “Beton Bahçe”, “Yabancı Kucak”, “Sonsuz Aşk”, “Kefaret”, “Çocuk Yasası” ve “Fındık Kabuğu” sayılabilir.


KİTAPTAN ALINTILAR

"Kendi hayatında mevsimleri görmemiş bir insan, aynen elma gibi, hep yeşil kalacaktır."

“Kullanım kılavuzu yalnızca etkiniz ve kontrolünüz olacağı yanılsamasını sunuyordu, anne babalar da çocuklarının kişilikleriyle ilgili böyle bir yanılsama içinde olurlardı.”

“İnsanın en çok hayranlık duyduğu kişi tarafından nefret edilmesi nasıl da çarpık bir duyguydu.”

“bizi bekleyen üzüntüler. Olacak bu. Zaman içinde gerçekleşecek iyileştirmelerle birlikte... sizi geçeceğiz... ve sizden daha kalıcı olacağız... sizi sevsek bile. Inanın bana, bu satırlar zafer ifadesi değil... Yalnızca esef."

"Düşer yaprağım,

yenilenir baharda,

Sen düşüp kalırsın."

“İnsanların bütün bir hafta sonra önünde kuyruk oluşturdukları şeyler altı ay sonra ancak ayaklarına giydikleri çorap kadar ilgilerini çekiyorlardı.”

“Hiçbir şey alışamayacağımız kadar tuhaf değildir.”

“Burada, tam karşımda, bir metre kadar uzağımda aşkın bütün canlı olasılıkları duruyordu ve tek ihtiyacım buydu.”

“Çağımız insan aklının geçerli bir kopyasını tasarlayabiliryordu, ancak mahallemizde, bir kaç kişi denediyse de, bir sürme pencereyi onlarabilecek biri yoktu.”

“Organize suçların, ev köleliğinin, sahtekarlığın ve fahişeliğin de altın çağıydı. Çeşitli konularda krizler tropikal çiçekler gibi patlıyordu: Çocukların yoksulluğunda, çocukların dişlerinde, obezitede, ev ve hastane inşaasında, polis sayısında, öğretmenlerin işe alımında, çocukların cinsel istismarında.”

"Kitleler...yoktur, yalnızca insanları kitle olarak görmenin yolları vardır."

“Benim varlığım bir boşluktan ibaretti. Onu ebeveynlikle doldurmak bir kaçış olurdu.”

“Ne var ki onların yazdığı güzel kodlarda Adem ve Havva’yı Auschwitz’e hazırlayacak hiçbir şey yok.”

“Geriye bakacağız ve eski zamanların insanlarının kendi kusurlarını ne kadar iyi betimlediklerine, kendi uzlaşmazlıklarından ve muazzam yetersizliklerinden ve karşılıklı olarak birbirlerini anlamamalarından ne kadar parlak, hatta iyimser masallar yarattıklarına hayret edeceğiz.”


KİTAP HAKKINDA YORUMLAR/ ALINTI

1980’li yılların İngiltere’sindeyiz. Alternatif bir tarihi kurgu yaratmış Ian McEwan. Kitapta, arka planda, Falkland Savaşı’nda yenilmiş bir İngiltere, seçimleri kaybetmiş bir Margaret Thatcher, çökmüş bir ekonomi, artan işsizlik, İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden ayrılma süreci yer alırken, 1954’te intihar ederek yaşamına son veren yapay zekâ çalışmalarının öncüsü kabul edilen, Alan Turing ise hâlen hayatta.

Romandaki tarih akışı ise farklı: Savaşı Arjantin kazanıyor, M. Thatcher ağır savaş yenilgisi nedeniyle seçimleri kaybediyor, muhalefetteki İşçi Partisi iktidara geliyor, sosyalist Tony Benn Başbakan oluyor… Yaşanmış tarihten daha başka farklılıklar da var: Hiroşima’ya atom bombası atılmamış, John Lennon öldürülmemiş, bilgisayar ve yapay zekânın babası sayılan ünlü matematikçi Alan Turing 1954 yılında intihara sürüklenmemiş, yapay zekâ konusunda çığır açan çalışmalarını hâlâ sürdürüyor.

Roman kahramanlarından biri olarak da karşımıza çıkıyor ayrıca.

Yapay zekâ üzerine yaşanılan gelişmeler oldukça ileri düzeyde.

Roman ana karakterimiz, kendisine kalan yüklü bir miras sonucu, kısıtlı sayıda üretilen Âdemlerden birine ( 12 tane Âdem, 13 tane Havva üretilmiştir) sahip olur.

Dünyanın sonunu getirecek felaket senaryosu olan yapay zeka ve tabi ki robotlar… Robotların bilinci duyguları olur mu, olursa nasıl olur vs. Adalet, vicdan, aşk, sorumluluk ve dahi başka pek çok konuya felsefi yaklaşımlar hem de robotlar eşliğinde.   

İnsanın kendi benliği ve oldukça komplike olan ahlak sistemini, kendinden çok daha fazla bilgiyi saklama kapasitesi olan bir makinaya aktarması gerçekten onun yararına mıdır?

Kendi benliğine bile bu kadar yabancı olan, ahlaki birçok normu şartlara ve zamana göre değişen insanların dünyasına ‘en iyi şekilde tasarlanmış’ robotlar ayak uydurabilirler mi?

Kitabın ilerleyen kısımlarında, olay örgüsü zaman zaman akla hem yaratılış mitini, hem de toplum nezdinde anne baba olmanın kabul edilebilirliği konularını da tartışmaya açıyor.

Ian McEwan’ın 2019’da yayınladığı romanı ‘Benim Gibi Makineler’ yapay zekanın her geçen gün daha da hayatımıza girdiği şu dönemde çok temel 3 soruya cevap arıyor:

1.İnsanı insan yapan şey nedir?

2.Zeki bir makinenin insanların iç dünyasını anlaması bir gün mümkün olacak mı?

3.Yapay zekanın insanı hem bilgi hem de etik bakımdan aştığı bir dünya neye benzerdi?

Yalan söylemeyi bilmeyen, sıradan insanlardan daha yüksek ahlaki değerlerde ısrar eden bir robot karşısında kendi çelişkili tabiatımızı görmeye hazır mıyız? Buna karşılık çıkar ilişkileri ile kirlenmiş bir dünyada hiçbir kire bulaşmadan, “hiç” yalan söylemeden -robot gibi- doğru bir hayat yaşanabilir mi?

insan düşünmeden edemiyor. McEwan’ın hayal ettiği gibi kimi insan zaafları, ideolojik, kültürel bağnazlıklar olmasaydı, Alan Turing 1954’te eşcinselliği nedeniyle (yasal bir suç sayılıyordu o yıllarda) intihar etmeye sürüklenmeseydi, John Lennon öldürülmeseydi, Hiroşima’ya atom bombası atılmasaydı… Dünya kuşkusuz daha güzel olurdu.

ZEVKLE OKUYACAĞINIZ BİR IAN MCEWAN KİTABI DAHA/ İYİ OKUMALAR



 2021 MAYIS AYI KİTABIMIZ (USTA VE MARGARİTA/ MİHAİL BULGAKOV)

KİTAP HAKKINDA

Sovyet edebiyatının önde gelen adlarından olan Mihail Bulgakov, yapıtlarının çoğunda Sovyet bürokrasisini eleştirdi; bu nedenle Sovyet otoriteleriyle pek çok kez karşı karşıya geldi, yazdıkları sansürlendi. Yazarın Usta ile Margarita adlı dev yapıtı ise, kendi sağlığında değil, ölümünden yirmi altı yıl sonra, 1966'da yayınlandı. Üstelik yaklaşık seksen sayfası çıkarılmış olarak. Yayınladığımız bu kitap, sansüre uğrayan bu sayfaları da içeriyor. Usta ile Margarita, son derece kıvrak bir kurguyla birbirine bağlanan ayrı öykülerden oluşuyor. Otuzlu yıllarda, Moskova'da iki yazar, bir bankta oturmuş, İsa'nın gerçekten yaşayıp yaşamadığını tartışmaktadırlar. Birdenbire, yandaki bankta bir adam şekillenir ve sohbete karışır. Düzgün bir Sovyet vatandaşı gibi görünmektedir, ancak geleceği okuma yeteneğine sahiptir ilginç yabancı. Örneğin, yazarlardan birine öleceğini söyler, yazar gerçekten çok kısa bir süre sonra ölür. İkinci yazar ise, gene yabancının önceden bildiği gibi delirir ve akıl hastanesine kapatılır. Yabancı dediğimiz kişi ise, sosyalist Sovyet toplumunu ziyarete gelmiş olan şeytanın ta kendisidir ve bu kez adı Woland'dır. Woland ve yanındaki yardımcıları, Moskova'da fantastik bir alt üst oluşa neden olurlar; tıkır tıkır işleyen pek çok mekanizma, Bulgakov'un keskin kara mizahıyla parçalanır, dağılır, bozulur. Bu sırada, akıl hastanesine yatırılmış olan yazar, orada bir 'Usta'yla karşılaşır; 'Usta', ona kendi yazdığı, Pontius Pilatus'la ilgili kitabı, ayrıca Margarita'ya olan aşkını anlatır, ki zaten aklını kaybetmesine neden olan da, kaleme aldığı romandır. Tabii şeytan da, Bulgakov'un müthiş canlandırma gücüyle kılıktan kılığa girmekte, romandaki her öyküye nüfuz etmektedir. Usta ile Margarita, yirminci yüzyıl edebiyatının başyapıtlarından.

MİHAİL BULGAKOV KİMDİR?

 

Usta ile Margarita ve Köpek Kalbi kitaplarıyla tanıdığımız Mihail Afansyeviç Bulgakov, 15 Mayıs 1891’de bugün Ukrayna’nın başkenti olan Kiev’de doğar. İlahiyat profesörü bir babanın oğludur.

Bulgakov, 1916’da Birinci Dünya Savaşı yıllarında, tıp fakültesinden mezun olur. O dönem, tıp mezunları, askerlik görevini ülkenin ücra köşelerindeki küçük ve donanımsız hastanelerde doktor olarak yapıyorlardı. Bulgakov da, Smolensk yöresinde Nikolskoye Köyü’ne giderek on sekiz ay boyunca oradaki hastanede, pratisyen doktor olarak çalışır.

Genç Bir Köy Hekimi adlı kitabında o döneme ait anılarını öyküleştirir. Bunların bir bölümü, 1925-1927 yılları arasında dergilerde yayımlanır. Bulgakov’un edebiyatına damgasını vuran fantastik unsurlar ve gerçeküstücü anlatım bu öykülerinde görülmez. Deneyim-gözlem ve birikimlerine dayanarak kurduğu bu öykü evreni, yaşamın çıplak ve ürkütücü gerçeğini gözlerimizin önüne serer.

Tıbbı nikahlı karısı, edebiyatı da metresi gibi gören Anton Çehov’dan farklıdır Bulgakov, doktorluğu sevmez. Çehov mesleğini konu alarak yazdığı öykülerinde hastalarına sevecenlik ve insancıllıkla yaklaşan, onları iyileştirmeye çalışan doktor karakterleri çizerken, Bulgakov hastalardan çok doktorun korkusunu öne çıkarır. Çehov’a kayıtsızdır, ondan etkilenmemiştir, Gogol’ü sever. Palto değil, onun Burun öyküsünden etkilenen yazarlar arasında görür kendini. Genç Bir Köy Hekimi’ndeki genç doktor karakterler tıp eğitimi aldıkları için pişmanlık duyarlar. Bir insanı yaşama döndürmeye çalışırken ölümüne neden olmaktan korkarlar. Bulgakov, dört yıl doktorluk yapar, 1920’den sonra mesleğini bırakıp kendini tamamen edebiyata verir.

Mihail Bulgakov’un 1925’te yayımlanan yarı otobiyografik ilk romanı Beyaz Muhafız, Ukrayna’nın başkenti Kiev’de yaşayan ve kendilerini kaotik iç savaşın ortasında bulan Turbin ailesinin hikayesini anlatır. Bulgakov, Turbinlerin yaşadığı kişisel kayıp ve etraflarını çevreleyen sosyal karmaşa ekseninde, devrimin ve sosyal, ahlaki ve siyasi yaşamda ortaya çıkan belirsizliklerin meydana getirdiği varoluşsal krizlerin harikulade bir portresini ortaya koyar. Tolstoy’un Savaş ve Barış’ı ile benzerlikler taşıyan bu romanını Turbin Günleri adıyla oyunlaştırır. Komünist bir kahramana yer vermediği gerekçesiyle Sovyet resmi çevrelerince büyük tepkiyle karşılansa da, Stalin’in özellikle romanı çok beğendiği, Turbin Günleri‘ni on beş kez seyrettiği söylenmiştir. Stalin’in  ilginç ilgisine karşın, Bulgakov hayatı boyunca durmadan yönetimin eleştirilerine uğrar, sürekli sansürlenir, oyunlarını bir türlü sahneletemediği Moskova Sanat Tiyatrosu’nda süründürülür.

Ölümcül Yumurtalar kitabı Stalin’in iktidara geldiği 1924 yılında yazılmasına karşın, 1928’de geçen bu bilimkurgu, iktidarın ve bilginin kötüye kullanılmasının sonuçlarına işaret eden parlak bir sistem eleştirisidir. 1917 Rus Devrimi’ni izleyen çalkantılı dönemde yeni bir Rus gerçekliği ortaya çıkarken, zooloji profesörü Persikov da bilimsel çalışmalarını sürdürmektedir. Bu çalışmalar sırasında, tesadüfen canlı organizmaların üreme hızlarını artıran ve onları devleştiren yeni bir kızıl ışın keşfeder. Tam da o sıralarda Sovyet Cumhuriyetleri’nde bütün tavukları kırıp geçiren bir salgın patlak verince, Persikov’un henüz test edilmemiş buluşu bu soruna çare olarak görülür. Ne de olsa, bilimde kaydedilen ilerlemelerle düşmanları ve rakipleri geride bırakma, Stalin döneminin yol gösterici ilkesidir.

Köpek Kalbi kitabını 1925 yılında kaleme almasına rağmen, Batı’da 1968’de, SSCB’de ise 1987’de yayımlanabilir. Dünyaca ünlü Moskovalı bir cerrah bir sokak köpeğini evine alır, ölmüş bir adamın testislerini ve beyninin bir parçasını organ nakliyle köpeğe takar. Operasyon beklenmedik sonuçlar doğurur. Tehlikeli bir insan-hayvan yaratılmış ve profesörün saygın yaşamı bir kabusa dönüşmüştür. Köpek Kalbi’nde, köpekler üzerinde çalışan bir profesörden hareketle, her şeyi bir sisteme oturtmaya çabalayan yeni rejime alegorik bir dille karşı çıkmıştır. Kitap, absürd ve komik bir hikaye gibi ya da Rus Devrimi’ni konu alan bir taşlama olarak okunabilir. Frankenstein’ın öyküsüne ve Kafka’nın eserlerine benzetilebilen roman, sürrealist bir mizah dehası sergiliyor.

1925’te Tolstoy adına düzenlenen bir edebiyat gecesinde Lyubov Belozerskaya ile tanışır ve kısa süre sonra evlenirler. Belozerskaya’nın donanımlı eğitimi, Fransız diline hakimiyeti, birçok kaynağı okuyup yazara aktarımı, edebi zevki ve sanat ruhu Mihail Bulgakov’un edebiyatını da etkiler. Lyubov Belozerskaya, Beyaz Muhafız, Köpek Kalbi, Moliere Efendi eserlerini ithaf ettiği kişidir.

 

1929’da yazarın hayatının zor geçecek 3.5 yıllık derin kriz dönemi başlar. Yayın yasağı bütün yapıtlarını kapsar hale gelir. Bu yıldan sonra, ne kitap yayımlatabilir, ne de bir oyunu sahnelenir. Bir süre yazmaya ara verir. Yurt dışına gitmek ister, hatta Stalin’e mektup yazar, ama izin verilmez. Moskova Sanat Tiyatrosu’nda bir sahne arkası işi verilir. Üstelik kendisi gibi evli olan Elena Sergeevna’ya umutsuz bir aşkla bağlanmıştır. Elena’nın kocası Silovski ile karşılıklı silahların çekilmesinin ardından 1931’de Elena ve Bulgakov, bir daha görüşmeme kararı alarak ayrılırlar.

Mihail Bulgakov, 1936’da yazmaya başladığı Teatral Bir Roman (Siyah Kar)’da bir oyun yazarı olarak tecrübelerinden yola çıkar ve dönemin tiyatro dünyasının perde arkasını sunar okura. Mihail Bulgakov aslında romancı olarak tanınsa da, yaşarken çalışmaları tiyatroya yöneliktir. Ancak, 1920’den itibaren yazdığı oyunlar sansürlenir ve sahnelenmez. Romanına Teatral Roman ve Bir Merhumun Notları ismini verse de yayımlanırken Teatral Bir Roman (Siyah Kar) adıyla yayımlanır.

 

Eserde, Sergey Leontyeviç Maksudov, oyununun efsanevi Bağımsız Tiyatro’da sahnelenmek üzere neredeyse rastgele bir şekilde seçilmesiyle, bir anda kendini tiyatroculuğun akıl almaz girdabında bulur. Bağımsız Tiyatro’nun iki yönetmeni, yapımın kontrolü için birbirleriyle yarışırken, yıldız aktrisler tantana üstüne tantana koparmaktadır. Oyunun sahnelenme ihtimali her provayla biraz daha azalmaktadır sanki. Maksudov, içinden nasıl çıkacağını bilemediği bir kaosun ortasına düşmüştür. Teatral Bir Roman (Siyah Kar) bilgisizlikler, zevksizlikler, çekememezlikler çevresinde bir yayın ortamını yerelden evrensele yol alarak anlatıyor.

1930 yılında yazmaya başladığı baş yapıtı olan Usta ile Margarita, sayısız oyun ve kısa öykü yazdığı on sekiz yılın ardından, 1938’de tamamlanır. İlk yayınlandığında sansüre uğrayan, nükteli bir alaycılık ve felsefi bir derinlik taşıyan, evrensel iyilik-kötülük sorunlarını irdeleyen bir romandır. İlginç bir kurguya sahip olan kitap, iki farklı zamanı anlatır. 30’lu yılların Moskova’sında İsa’nın gerçekten yaşayıp yaşamadığını tartışan iki yazarın yanına, geleceği okuma yetisine sahip biri yanaşır, birinin yakında öleceğini, öbürünün de delireceğini söyler. Woland adındaki bu yabancı, Sovyet toplumunu ziyarete gelmiş şeytandan başkası değildir. Gerçekten de, yazarlardan biri kısa bir süre sonra ölür. Delirip akıl hastanesine kapatılan öbür yazar ise orada Usta ile karşılaşır. Usta’nın, İsa’nın çarmıha gerilmesinde büyük rolü olan vali Pontius Pilatus’la ilgili romanını ve Margarita’ya olan aşkını dinler. 20. yüzyılın en iyi romanlarından biri olarak bilinen kitap, fantastik bir kurguya sahip, keskin yergili bir mizahla dolu, çoğu zaman alaycı sahneler ile güçlü, duygusal ve acıklı anlar arasında gidip gelir.

1932 yılının Eylül ayına kadar Elena ile görüşmezler. Karşılaştıklarında Bulgakov’un ilk sözleri “Sensiz yaşayamıyorum” olur. 4 Ekim 1932’de evlenirler.

 

Bulgakov’un sağlığı giderek bozulmaktadır, bu dönemde Usta ile Margarita romanını eşinin desteğiyle bitirme mücadelesi içerisinde geçirecektir. Elena günlüğüne şunları yazar: “İlk bölüme eklemeler yaptı ve romanı kendisine baştan okumamı istedi. Berlioz’un cenazesi bölümünü okumaya başlamıştım ki “Tamam… Bu kadarı yeterli… Galiba” dedi ve bir daha da tekrar okumamı istemedi.”

 

Usta ile Margarita için Stalin’in Bulgakov’un hayatına doğrudan müdahalesini merkezine oturtan bir eser olduğu, başka bir okumaya göre ise üç roman kahramanı Woland, Usta ve Margarita sırasıyla Stalin, Bulgakov ve Elena’nın kişiliklerinin doğrudan karşılıkları olduğu söylenir.

10 Mart 1940’ta böbrek yetmezliğinden 49 yaşında yaşama veda eder. Usta ve Margarita ölümünden yıllarca sonra ancak 1966-67 yıllarında, eşinin gayretleriyle Moskova Dergisi’nde yayınlanabilir. Kitaplaşması ise 1973’ü bulur.

Kaynak: Leblebi Tozu

KİTAPTAN ALINTILAR

“…, en büyük hatanız insan gözündeki manayı küçümsemeniz. Şunu anlayın, dil gizleyebilir hakikati, ama gözler asla!”

“Karanlık bir sokağın köşesinde bir anda bitiveren bir katil gibi, aşk önümüze dikildi; ikimizi de bir vuruşta devirdi! Yıldırım da böyle çarpar adamı, hançer de böyle saplanır!”

"Bizi tarih yargılayacak."

“Ne yapalım, -dedi beriki düşünceli,- altı üstü insan hepsi. Parayı seviyorlar, ama hep vardı bu... İnsanoğlu parayı sever, neden yapılmış olursa olsun, -deridenmiş, kağıttanmış, bronzdan ya da altından, fark etmez. Ama havailer... Ne yapalım... ve bazen merhamet duygusu temas ediyor kalplerine... bildiğin insan işte... özetle, öncekileri hatırlatıyorlar...”

“Müteahhitin ne olduğunu biliyor musunuz peki?” diye sordu İvan’a ziyaretçi ve aynı anda açıklamaya baş­ladı: “Müteahhitler nadir rastlanan bir haydut çeşididir."

“Yazarlığın ispatı kimlik değil, yazdıklarıdır!”

“Kimsem yok. Yeryüzünde tek başımayım.”

“Doğuda tek bir din yoktur ki içinde dünyaya Tanrı getirmiş günahsız bakire olmasın”

“Başkasının malına dokunursam, patilerim kurusun!”

“- Dostoyevski öldü, dedi kadın.

- Protesto ediyorum! -diye haykırdı hararetle Behemot. Dostoyevski ölümsüzdür!”

“Her türlü iktidar insanların üzerine kurulmuş bir baskıdır ve öyle bir zaman gelecek ki, ne Sezar’ın iktidarı olacak ne de başka iktidar. İnsan hakikat ve adaletin krallığına geçecek ve burada hiçbir iltidara ihtiyaç duyulmayacak.”

“Özgür insanlarız, köle değil; gerçeği masal kılığına sokmaya ihtiyacımız yok!”

“Derken Pilatus irkildi. Parşömenin son satırlarında şu kelimeleri seçti: "...en büyük ayıp... korkaklık."

“Her şey acı bir sonla noktalanır:

Kısa bir süre önce dünyayı yönettiğini sanan kişi, kendini tahtadan bir kutunun içinde kaskatı kesilmiş bulur. Çevresi de başka bir şey yapılamayacağını düşünüp onu yakar, kül eder”

“Evet insanoğlu ölümlü. Ama bu kadarla kalsa çok önemli değil, işin kötüsü insan beklenmedik bir anda ölüyor. İşin püf noktası bu. Ve insan akşama ne yapacağını bile bilecek durumda değil..”

“Kötülük olmasa senin iyiliğin ne işe yarardı ve gölgeler kaybolsa dünya nasıl görünürdü?”

“İnsanoğlu parayı sever, neden yapılmış olursa olsun, - derindenmiş, kâğıttanmış, bronzdan ya da altından, fark etmez. Ama havailer... Ne yapalım... ve bazen merhamet duygusu temas ediyor kaplerine... bildiğin insan işte... özetle, öncekilerini hatırlatıyor... sadece konut sorunu bozmuş bunları…”

“Böylece ne biletçi kadın ne yolcular, asıl önemli olan şeye şaşırmıyorlardı: Kedinin tramvaya binmesi değil -bu önemsenmeyebilirdi- para verip bilet almaya kalkışmasıydı dikkati çekmesi gereken!”

“Açıkcası sevgili dostum, büyük planlar yapmak işe yaramıyor. Örneğin ben, bütün dünyayı dolaşmak istiyordum. Gördüğünüz gibi kader bambaşka yol çıkardı karşıma. Dünyanın ancak küçücük bir parçasını görebileceğim bundan böyle; hem en iyi bölümlerinden biri olmaktan çok uzak.”

YORUMLARIMIZ

Bazen bazı kitapları sadece okuruz, bazılarını içselleştirir hayatımızın bir parçası haline getiririz, bazılarını eleştirir bazılarını beğeniriz ama bazen de bazı kitapları anlamak için çaba sarf ederiz. Anlamak için verdiğimiz uğraş bir taraftan bizi kitabın daha çok içine çekerken bir taraftan zihnimizde yeni yeni kapılar açar. İşte Bulgakov’un klasikler arasına çoktan girmiş olan ölümsüz eseri Usta ve Margarita, okuru anlamak için öğrenmeye zorlayan, öğrendikçe de okurda tekrar tekrar hayranlık uyandıran romanlardan.

Usta ve Margarita’yı anlamak ve sevmek için okurun bazı önbilgi ve farklı pek çok konuda fikir sahibi olması gerekiyor, Stalin Rejimi, Hristiyanlık ve edebiyat konularında önbilgi sahibi olmak okurun işini oldukça kolaylaştırıyor. Aynı zamanda yazarın bu üç olgunun belirgin etkisiyle şekillenen yaşamını bilmek de romanın sağlam bir zemine oturmasını sağlıyor.

Bulgakov 1891 senesinde Kiev’de dünyaya gelmiş 1940’ta vefat edene kadar yaşamının uzun bir dönemini Moskova’da geçirmiştir. Dindar bir ailede doğmuş ve büyümüş olan Bulgakov, ilahiyat eğitimi almak yerine doktor olmayı tercih etmiş ancak yaşadığı ağır tifüs nedeniyle mesleğe devam edememiştir. Bunun üzerine gazetecilik yapmaya başlamış ve sonrasında yazarlık yaparak hayatına devam etmiştir. 1930’lu yılların Sovyet Rusya’sında yazarlık yapmak Bulgakov gibi sistemi eleştiren, sınırsız hayal gücüne sahip, özgür düşünen edebiyatçıları oldukça baskı altına almıştır. Bulgakov’un yazdığı tüm eserler sansürlenmiş ve en sonunda 1930'a doğru yapıtlarının yayınlanması fiilen yasaklanmıştır. Yaşadığı baskıların ve yapıtlarının uğradığı sansürlerin yazarın Moskova’daki yaşamını oldukça zorlaştırması Bulgakov’u ülkeden ayrılmaya teşvik etse de Stalin yazarın ülkeden ayrılmasına izin vermemiştir.

Yazarın yaşamından izler taşıyan Usta ve Margarita yarı otobiyografik bir roman olarak kabul edilebilir. Kitabın ismine de adını veren kahramanı Usta, Bulgakov’un kendisinden başkası değildir. Tıpkı Usta gibi Bulgakov da Usta ve Margarita’nın ilk halini yakmış daha sonra Dünya edebiyatına miras kalacak olan “El yazmaları yanmaz.” kabulünü gözler önüne serecesine el yazmalarından başlayarak romanı tekrar yazmıştır. Yaşamının son yıllarında görme yetisini kaybettiği için Usta ve Margarita’nın büyük kısmını 3. eşi Elenor ile tamamlamıştır.

Çok katmanlı bir roman olan Usta ve Margarita, pek çok toplumsal meseleyi ele almakla birlikte insan doğasını da büyük bir titizlikle incelemiştir. Okuyucusuna birbiriyle ilgisizmiş gibi gözüken üç farklı öykü sunan romanda, Pontius Pilatus, Ivan Biezdomni ve Usta’nın hikayeleri birbiriyle iç içedir. Okur, hem Pilatus’un hem de Usta ve Margarita’nın hikayesini okurken ahlaki değerler, inançlar ve bu olguların öğretilerini sorgularken, Pilatus’un şeytanla (zarar veren, yalan söyleyen, düzenbaz olanla) karşılaşmasını, bunun gerçekliğini (kötünün varlığını) “diğerlerine” anlatamadığı için yaşadığı çaresizliği ve en sonunda kabullenişini izleme hatta hissetme şansı yakalamaktadır.

Yazar, baskıcı Stalin rejimi özelinde tüm totaliter rejimlerin sanat, edebiyat, eğitim, bürokrasi gibi toplum yaşamının her alanında gözlenebilen  baskıcı, tek tipleştirici etkisini ustalıkla ve incelikle okuyucuya aktarmıştır. Bununla birlikte özellikle (bir bakışa göre romanın kalbi sayılabilecek) Woland ve yaverlerinin tiyatroda sergilediği büyüleyici gösteri ve Margarita’nın (aslında tamamen iyi niyet ve aşkla) şeytanla iş birliği yapması insanın doğası, açgözlülüğü, riyakarlığına dair derin bir farkındalık yaratarak okuyucunun kendi içine bakmasına aracılık etmektedir.

Sonuç olarak Usta ve Margarita bir değil birden fazla derdi olan bir romandır. Yazıldığı dönem düşünüldüğünde ( Karekteri komünist olmayan romanların yasaklandığı bir dönem) Bulgakov’un gösterdiği cesaret ve elde ettiği başarının önemi daha iyi anlaşılabilmektedir. 

Yıllarca etkisi altında kalınacak bu romanı mutlaka okuyun./RANA