22 Aralık 2020 Salı

 2020 ARALIK AYI KİTAP LİSTEMİZ






 2020 KASIM AYI KİTABIMIZ (DOĞU AVRUPA'DA YOLCULUK GABRİEL GARCİA MARQUEZ)


KİTAP HAKKINDA

ınıfların ortadan kalkması hayret verici bir şey. Herkes eşit, herkes aynı düzeyde, herkes kötü dikilmiş eski püskü giysiler içinde, ayaklarında kalitesiz ayakkabılar var. Hiç acele etmiyorlar, telaş yok, sanki yaşamak için her şeyi ağırdan alıp tüm vakitlerini kullanıyorlar. Burada da köylerdeki aynı saf, iyi kalpli ve sağlıklı kalabalık kitleler var ama devasa boyutlarda.

Doğu Avrupa'da Yolculuk Gabriel García Márquez'in 1950'lerde gazeteci olarak Doğu Avrupa'daki sosyalist ülkelere yaptığı seyahatin bir güncesi. Doğu Almanya'dan başlayıp Çekoslovakya, Polonya, Macaristan ve Sovyetler Birliği'ne uzanan bu serüven boyunca okurlar Márquez'in hem yol arkadaşları ve tanıştığı kişilere dair gözlemlerini hem de dönemin toplumsal ve siyasi gelişmeleriyle ilgili yorumlarını bulacaklar, elbette hepsi yazarın kendine has renkli anlatımıyla.

Kitap, Paris’teki bir dergide grafikerlik yapan Fransız Jacqueline, Milano’da dergi muhabirliği yapan İtalyan Franco ve Kolombiya’dan gazetecilik yapmak için Frankfurt’a gelen Marquez’in 1957 yılında demir perdenin ardını görmek için çıktıkları yolculuğu anlatıyor. Marquez kimi zaman arkadaşlarıyla kimi zaman da tek başına yaptığı üç aylık yolculuk Almanya, Çekoslovakya, Polonya, SSCB ve Macaristan’ı kapsar.

Kitap Marquez'in ölümünden sonra yayınlanmış.

 GABRIEL GARCIA MARQUEZ

Kolombiyalı, tüm Latin Amerika’da Gabo olarak bilinen yazar, romancı, hikayeci ve oyun yazarı.

1972’de Neustadt Uluslararası Edebiyat Ödülü’nü, 1982’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmış, 20. Yüzyılın en önemli yazarlarından biri olarak nitelendirilmektedir.

‘Büyülü Gerçeklik’ akımının önde gelen isimlerinden biri olmuştur.

1967 yılında yayımladığı Yüzyıllık Yalnızlık adlı eseri Marquez’i dünya çapında bir şöhrete kavuşturmuştur.

Yaprak Fırtınası, Kolera Günlerinde Aşk, Albay’a Mektup Yok, Hanım Ana’nın Cenaze Treni, Mavi Köpeğin Gözleri, Kırmızı Pazartesi… eserlerinden bazıları.


Sayfa Sayısı: 144

Baskı Yılı: 2016

KİTAPTAN ALINTILAR

"Varşova kitap dolu, fiyatları da acayip bir şekilde ucuz. Çok rağbette olan bir yazar varsa o da Jack London. Halka açık okuma salonları var, sabahın saat sekizinden itibaren dolmaya başlıyor; ama Polonyalilar buralarda oturmakla yetinmiyorlar, hayatın her bir boşluğunu okumayla dolduruyorlar. Tramvay beklemek ya da temel ihtiyaç maddelerini almak için girdikleri kuyruklarda -ki bunlar bütün gün sürüyor-Polonyalilar, biraz da huşu içinde denebilecek bir dalgınlıkla kitap, dergi ve propaganda broşürleri okuyor."

“Hayatta hiçbir bakış açıları olmayan, hayattan hiçbir şekilde zevk almayan, bir pişmanlık havası içinde ve her Allah’ın günü muhteşem bir geçmişi yâd ederek yetiştirilmiş, cahil bir kuşak.”

"Kaderi için kaygılanan bir kadına göre, kaçık bir çorap ulusal bir felakettir."

"Yeniden yaşanamayacak ve açıklanamayacak bir duyarlılıkla dolu anlar vardır."

"Bense misafir kabul etmek için saçını başını taramış bir Sovyetler Birliği görmek istemiyordum. Tıpkı kadınları olduğu gibi, ülkeleri de yataktan kalktıkları halleriyle görmek gerekir."

"Hitler, Ruslar artık evinin kapısına dayandıklarında intihar etmeden bir saat önce, metroya sığınmış olan insanlar çarpışmak için sokağa çıksınlar diye metroya su basmaları emrini vermiş."

"Bize hiçbir şey ödemesinler ama bıraksınlar canımızın istediğini söyleyelim."

"Auschwitz’de hiçbir şey yerinden oynatılmamış. Cesetleri yaktıkları fırınlar, üç bölümlü bir yerin en sonunda; birincisi, içinde iki düzine duşun bulunduğu küçük bir banyo odası. Uluslarası Kızılhaç komisyon üyeleri kampı denetlediklerinde, Naziler onları hijyen düzenine inandırmak için bu masum odaları gösteriyorlarmış. Bu komisyonların orada atık su borularının bulunmadığının nasıl olup da farkına varmadıklarını insan anlayamıyor. O duşlardan hiçbir zaman su akmamış: Zehirli gaz çıkarken Hitler’in parası bu pahalı lüksü karşılamaya yetiyormuş. Daha sonra duş sistemine bağlanan fırınlardan yalnızca duman çıkar olmuş. Bölümlerden ikincisi soğutucu bir oda. Hesaba göre, bir zaman gelmiş Naziler günde 250 kişiyi öldürüyorlarmış. Fırınlar yetmez olmuş. Kışın bile cesetlerin yakılmak için soğutucu odada beklemeleri gerekiyormuş."

"Belki de Stalin'in en büyük hatası her şeye karışması olmuştu: Özel hayatın en gizli noktalarına kadar karışıyordu. Herhalde Sovyetler Birliği'nde solunan fazilet taslama havası buradan geliyor."

“İnsan Moskova’da beş apartman dairesi sahibi olabilir mi?”
“Elbette olabilir,” diye karşılık verdiler. “Ama bir insan aynı anda beş apartmanda birden nasıl oturabilir?”

"Doğu Berlin'in içine nüfuz edildikçe, bir sistem değişikliğinden fazlası olduğu anlaşılıyor. Brandenburg Kapısı'nın her iki yanında birbirine zıt iki ayrı zihniyet var."

"Frank Kafka’nın kitapları Sovyetler Birliği’nde bulunmuyor. Onun zararlı bir metafiziğin havarisi olduğunu söylüyorlar. Yine de Kafka’nın Stalin’i anlatan en iyi yazar olması mümkün."

"Halk ağır sanayideki kalkınmayı görmüyor, kahvaltıda sahanda yumurta yemek kimsenin umurunda değil, gördükleri tek yenilik Almanya'nın bölümüş olması ve ortalıkta makineli tüfeklerle Rus askerlerinin dolaşması. Batı Alman halkı da aynı şeyi görüyor: Ülke bölünmüş ve Amerikan askerleri son model arabalarda dolaşıyorlar. İkisi de protesto etmiyor; çünkü savaşı kaybettiklerini ve şimdilik boyunlarının bükük olduğunu biliyor. Ama hepsi de, sosyalizmden ya da kapitalizmden söz etmeden önce, ne istediklerini gizli gizli biliyorlar: istedikleri şey, Almanya'nın birleşmesi ve yabancı birliklerin ülkeden çıkarılması."

"Ne korkunç şey," diye mırıldandı Franco. "Hiç bu kadar umutsuz insanlar görmemiştim."

‘İşi şansa bırakmaktan başka çare yoktu. Frankfurt’ta Almanca olarak bir Alman filmi daha seyredeceğimiz bir gece daha geçirme tehlikesi karşısında Franco yolculuk için yazı tura attı.Tura çıktı. “Okey” dedi.” Sınırda deli numarası yaparız .”’

‘İnsanlar mükellef bir kahvaltı yapıyor ancak hayata küsmüş, perişan mutsuz’

‘Daha ilk dakikadan itibaren insan burada hayatın zor olduğunu büyük felaketler içinde acı çekmiş olduğunu fark ediyor.’

‘Varşova kitap dolu, fiyatları da acayip bir şekilde ucuz.’

‘Halka açık okuma salonları var. Polonyalılar hayatın her bir boşluğunu okumayla dolduruyor. Tramvay beklerken, temel ihtiyaçlarını almak için sırada beklerken. Ki bu tüm gün sürüyor.’

‘Varşova’nın mimari birliğinde kazara oluşmuş bir çıkıntı var: Sovyetler Birliği’nin hediyesi ve Moskova’daki Eğitim Bakanlığı’nın birebir kopyası olan Kültür Sarayı. Polonyalılar –onlara Ruslardan söz edilmiyor; çünkü hemen küfretmeye başlıyorlar- sonunda o binayı dinamitleyecekler.

Buchenwald Toplama Kampı’ndayken Alman rehberimiz şöyle demişti:” Bizim talihsizliğimiz şu ki, bizler bir katliamı organize ederken bile bilim adamları gibi davranırız”

‘Avusturya ‘da, üzeri çiçeklerle süslü, çam kokulu, koskoca bir kalıp sabun görmüştüm. İçimizden birinin, bu sabunun amcasından elde edildiğine inanması için yeterli nedenleri vardı.’

‘Coşku ve heyecan gösterirken bile ölçüyü kaçıran bir deliler ülkesine girmiş gibiydik sanki’

YORUMLARIMIZ

Gabriel Garcia Marquez bir gezi yazısının içinde tarih, siyaset, ekonomi, sosyoloji ve günlük hayatı çok akıcı ve sade bir dille anlatmış. Hatta okurlarına gittiği yerleri yaşatmış.

Bu kitap soğuk savaş dönemi sonrası Doğu Avrupa ülkelerine yaptığı seyahatin bir güncesi.

Tam bir yolculuk kitabı. Doğu Avrupa’yı, Demir Perde ülkelerini merak edenler için okunabilecek en objektif kitap.

“Hiç bu kadar umutsuz insanlar görmemiştim” Eğer kitap bir cümleyle özetlenebilseydi, kuşkusuz bu cümle olurdu o özet.

Özellikle Sovyetler Birliği ile ilgili çarpıcı tespitlere yer vermiş.

Son derece başarılı bir eser.

Bu kitap bir seyahatnameden çok daha fazlası.


"Kitabın en kıymetli yanı, o tarihlerde doğu bloğu olarak görülen ülkelerin her birinin ne kadar farklı iç dinamiklerinin olduğunu göstermesiydi. bu ülkelerin bugün bağımsız olarak büründükleri farklı kimlikleri görünce marquez’in 1950’lerdeki gözlemlerinin ne kadar yerinde olduğu daha iyi anlaşılıyor. özellikle auschwitz kampını gezdiği bölümde almanlar ile ilgili gözlemleri, hollywood filmleri tarzının aksine çok daha çarpıcı ve gerçekçi. olan biteni bütün çıplaklığıyla, duygusallığa yer vermeden sertçe yüzünüze vuruyor. "

"Devrim Almanya'da yapılmadı. Onu bir sandığın içinde Sovyetler Birliği'nden getirdiler ve halkı dikkate almadan buraya koydular." diyen Marksist öğrencilerin ağızlarından dökülen tümcenin trajikomik-ironikliği oldu. Halkı dikkate almamak ne büyük bir gaflet! Sizce de öyle değil mi?"

"Harika bir gözlem, gerçekten cesur ifadeler... Marquez’in bu kitabını tanımlayan en güzel ifadeler bence. Bir çoğumuzun dikkatini çekmeyecek konulara değinmiş, aynı zamanda beyefendi üslubunu da yitirmemiş. Doğu Avrupa’nın katı, sosyalist düzenini bir çok zaman kuralları çiğneyerek gözlemlemiş, insanlarla konuşmaya çalışmış."

"Gabo, aslında Castro'dan dolayı yakın olduğu sosyalizmi kendi topraklarında görme fırsatı bulur. Soğuk Savaş yıllarında, arkadaşları ile birlikte, Doğu Almanya, Macaristan, Çekoslovakya, Polonya ve Sovyetler Birliği'ni ziyaret eder. Gazeteci kimliğini öne çıkararak söylenenleri degil gördüklerini tarafsızca anlatır.

Başlığından dolayı gezi notları çağrışımı yapsa da, aslında kitap Demir Perde altında, Sovyet baskısı ile yaşayan ulusların sosyolojik çözümlemelerini içeren çok güzel bir metin. Kabullenmiş çaresizliği, tepkisizliği, belki de savaşı bir daha kaybetmiş olmanın bıkkınlığını yaşayan umutsuz Doğu Almanlar, Sovyet etkisinin farkedilmediği, politikadan uzak mutlu bir hayat süren Çekler, ardı ardına yaşadıkları felaketkerin sonucu yoksulluk içinde yaşayan, ama hep kitap okuyan, her firsatta devrimin burada tutmadığını dile getiren umutlu Polonyalılar, ekmek kuyruklarından daha uzun piyango kuyrukları oluşturan, korku ve güvensizlik içinde boğulsalar da  özgürlük için canlarını feda eden ve etmekten çekinmeyen Macarlar. Bir de Sovyetler var tabi. Ortalıkta görünmeyen otoritenin yönettiği kusursuz tiyatro düzeninde, delilik derecesindeki coşku ve heyecanla rollerini eksiksiz oynasalar da, gerçekte fakir ama iyi kalpli, dost canlısı Sovyetler.

Soğuk Savaş, her iki bloğun da diğerinden daha iyi olduğunu kanıtlamak için birbiriyle yarıştığı bir proganda savaşıydı. Ve tek kaybedenin insanların olduğu..."

İyi okumalar. Demet




14 Kasım 2020 Cumartesi

2020 KASIM AYI KİTAP LİSTEMİZ 






 2020 EKİM AYI KİTAP LİSTEMİZ






 2020 EKİM AYI KİTABIMIZ (YÜREĞİMİN SESİNİ DİNLE/ SUSANNA TAMARO)



KİTAP HAKKINDA

1993’te yayınlanan Yüreğinin Götürdüğü Yere Git adlı romanıyla tüm dünyada büyük yankı uyandıran Susanna Tamaro, bu yeni romanında o büyüleyici öykünün devamını sunuyor okurlarına. Yüreğinin Götürdüğü Yere Git, 80 yaşındaki bir kadının, uzaklara giden genç torununa yazdığı mektuplardan oluşuyordu. “Yapmaya değecek tek yolculuk, içimize yapacağımız yolculuktur,” diyordu yaşlı kadın, “o özgün çağrıya kulak vermeli ve yüreğimizin götürdüğü yere gitmeliyiz.” 

Yüreğimin Sesini Dinle’de, artık genç bir kadın olan torun, zorlu bir kimlik arayışı içinde yaşamın anlamının peşine düşer. Bu arayış, hem kendi yüreğine, hem de kutsal topraklara doğru bir yolculuğa çıkarır onu. Kendi öyküsünü keşfetmek için çıktığı bu yolculuğun sonunda, aile evinin tozlu tavan arasında hiç ummadığı bir öyküye kavuşacaktır: Yüreğinin Götürdüğü Yere Git. Tamaro, bu kez, Yüreğimin Sesini Dinle diyor okurlarına: Yaşama bir anlam katmak, öfkeyi sevgiye, kırgınlıkları güce dönüştürmek için...

Sayfa Sayısı: 190

Baskı yılı: 2006

KİTAPTAN ALINTILAR

"Geçmiş değiştirilemez ve gelecek hakkımız değildir. Gerçekten var olan sadece şimdidir. Sadece ânın önemi vardır."

"İçinde ilerlemek zorunda olduğum bataklık kederimdi."

"Sen benim minicik bir kırıntımı tanıdın; ben de senin mini mini bir kırıntınla ilişki kurdum."

"...hayatım rüzgara kapılmış boş bir torba gibi.."

"Senin yabani ot dediklerin, kendilerini öyle olduklarını bilmiyorlar; sen onları yargılayıp mahkum ediyorsun ama onlar kendilerini çiçek ve ot olarak bütün ötekiler gibi güzel ve önemli sanıyorlar."

"Bizi kırılgan kılan, yapmacıklıktır."

"Babam bir keresinde birbirine sarılmış olarak oturan bir çifti işaret ederek “Neden bütün âşıklar denize bakmayı severler, biliyor musun?” dedi. “Çünkü aşklarının ufuk gibi sonsuz olduğunu düşünürler. Hayalî olan duygularını, hayalî olan bir çizgiye bindirirler.”

"Kimi zaman çocukluğumuzun bir noktasında birisinin bizi kenara çekmesinin, uzun bir değnekle, sanki duvara asılı bir coğrafi harita varmış gibi hayatımızın gelecek günlerini bize göstermesinin ne kadar güzel olacağını düşünürüm."

"Gecenin ağırlığı, yanıtı olmayan soruların ağırlığıdır."

"İnsan, insan için acının, kusurun olmadığı bir dünya hayal ettiği zaman aslında ağları parçalıyor."

"Gerçekten özgür olmak insanın sahip olduğu en büyük zenginliktir."

"Yas tutması gereken yanım zamanından önce bitkin düşmüştü."

"... nereye gitmekte olduğumuzu sormadan önce, nereden geldiğimizi keşfetmemiz gerekir."

"Olaylar farklı ayrıntılara sahip olabilirler ve sınırlılığımız içerisinde gördüklerimiz, neredeyse her zaman bütünün sadece bir parçasıdır."

"Saatin zaman ayarını kuran biz değiliz, o bizim haberimiz olmadan en baştan ayarlanmıştır. Tek bilgelik, bunu bilmek, içimizde her an denetlenemeyen bir şeyin patlayabileceğinin bilincinde olmaktır."

"Yüze vurmak benim kişiliğime uygun bir davranış değildi. Gezegenler arasındaki mesafenin tek sorumlusu değişik yerçekimi yasalarıydı; önümde uzanan ufuk farklıydı; bana daima Küçük Prens’i okuyan sen de bunu biliyordun."

"Son derece farklı iki evrende yaşıyorduk: Sen ağırlıklı olarak sağduyunun egemen olduğu kendi dünyanda yaşarken ben tehditler, karanlıklar, arada düşen yıldırımlarla dolu kendi dünyamdaydım."

"Koca cevizin ölümü üzerine günlerce ağladım."

"Hiçbir insan dünyaya kendi isteğiyle gelmez. Hiç bize danışılmadan kendimizi sahneye atılmış olarak buluruz; kimimiz başrolü kapmıştık, kimimiz basit figüranlardık, bazıları oyun bitmeden sahneden çekilir ve temsili, günün programına uygun olarak gülerek, ağlayarak ya da sıkılarak, koltuklardan seyrederdi."

"Asla bir çiçek olmayacağım;

Çünkü ruhum daha çok ota benzer!
Öteki binlercesi gibi yeşil bir ot
Ötekiler gibi başını eğen,
Kışın ilk dondurucu soğuğunda."

"Akla hayale gelmeyecek felaketler bizi hemen köşenin ardında beklemektedir. İnsan nasıl olur da atomun çekirdeğiyle oynamayı, DNA’yı kurcalamayı ve ileriye gidebilmeyi hayal eder?"

"Dünyaya gelen her yaratığın en derin tutkusu devrim yapmak değil, sevmek ve sevilmektir."

Gözler dünyaya açıldığı andan itibaren tek bir şey ister: ona yanıt verecek bir başka bakış."

"...doğmayı seçemediğime göre ölümü seçmek bize verilmiş tek özgürlüktür."

"Neden yapılmamış hareketlerin, söylenmemiş sözlerin ağırlığını beraberimizde taşımak zorundayızdır? Vermediğim o öpücüğün? Kucaklamadığım o yalnızlığın? Neden doğduğumuz andan itibaren bu olağanüstü bulanıklık içinde yaşarız?"

"Çocuklar anne ve babalarıyla gurur duymak isterler ama ne yazık ki anne ve babalar bunun farkına varmazlar. Talihli durumlarda anne ve baba bir evladın nasıl olması gerektiği hakkında bir fikre sahiptirler."

"Babamı, uzun yıllardır beni her yerde izleyen hayalî bir balonun içine koymuştum: O havada asılı duruyor, Buda gibi çiçek yapraklarıyla sarılıyken huzurla gülümsüyordu; yüce ve ulaşılmazdı. Önünde sonunda bu balonun patlayacağından, onun yere inerek beni kucaklayacağından emindim."

"Yürek parçalanırken nasıl bir ses çıkartır?"

"...acı duymuyordum, tek hissettiğim kaybolmuşluk duygusuydu."

"Oysa ben, çocukluğumda bir meşenin sarsılmaz kudretiyle büyümeyi ya da ıhlamur gibi çevreme güzel kokular yaymayı arzu etmiştim ama son zamanlarda fikrimi değiştirmiştim: Ihlamurların bulvarlarda ve parklarda tutsak olması beni üzüyordu; meşelerin tek başlarına yaşamak zorunda oldukları yazgıları da hüzünlendiriyordu; bu nedenle şimdi bir salkımsöğüt olmaya heves ediyorum. Bir ırmak kenarında gür yapraklarımla büyümek, köklerimi suya batırmak, akıntının sesini dinlemek, yapraklarım arasında bülbülü konuk etmek ve yalıçapkınının suyun dalgaları arasında küçük bir gökkuşağı gibi bir görünüp bir kaybolmasını seyretmek istiyorum."

YORUMLARIMIZ

Susanna Tamaro, sonraki kitabı ‘Yüreğimin Sesini Dinle’ ile mutluluğun anahtarının ‘inanç’ olduğunu söylüyor.

“Benim ağacım; birlikte büyüdüğüm, yıllar içerisinde benimle dostluğunu sürdüreceğini, altında çocuklarımı büyüteceğime inandığım ağacım yerle bir olmuştu. Onun yere yığılışı pek çok şeyi beraberinde sürükleyip götürmüştü: uykumu, neşemi, görünürdeki kaygısızlığımı.”

Romanımız genç bir kızın çok değer verdiği bir ağacın yıkılmasıyla başlıyor. Annesini küçük yaşta kaybeden bu genç kıza çocukluğundan beri anneannesi bakmış.
Başlarda anneannesiyle anlaşamaması, anneannesinin her şeyi unutması ve hayaller görmesiyle başlayan hastalığı ve ölümüyle düştüğü büyük boşluk anlatılıyor.

Anne ve anneannesinin anılarından kendi varoluş nedenini ve köklerini arıyor küçük kız. Gionata dayı ve babası Ottavio dayı ve diğer aile bireylerini tanımaya çalışıyor ve bir süre onlarla birlikte yaşıyor. 
Yine inanmayı, inancı, dini öne çıkarıyor Tamaro. İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudi kimliğini gizlemek için Hıristiyanlığı seçen büyükannesine ve kendi köklerine de bir selam edip kitabın büyük kısmını İsrail’e, Kudüs’e ayırıyor.


Kitabın başından sonuna kadar cevabını bulamadığı yüzlerce soru soruyor hayatın anlamına dair, insanlara dair… Anneannesinin ölmesiyle sorgulamaya başladığı geçmişini annesinin günlüğünde buluyor. Annesinin özgürlük arayışı içinde nasıl bir hayat sürdüğüne tanık oluyor. Annenin sürdürmeyi tercih ettiği hayat yine onunda annesine( anneanne) isyanı ve birlikte olmayı seçtiği erkek yüzünden hayal kırıklıkları ile sona eriyor.

Ama en önemlisi hiç tanımadığı babasını buluyor o günlükte. Onu asla sahiplenmeyen, istemeyen babası. Özgürlüğü kısıtlanır diye her sorumluluktan kaçan babası. Annesinin felsefe profesörü… Onu arayıp konuşmaya karar veriyor. Günlerce haftalarca onu görmeye gidiyor, onun hayat hikayesini düşüncelerini dinliyor. Babası onu sahiplenmeyerek onun düşünce olarak özgür yetişmesini sağladığını söylüyor. Özgürlük için hiçbir şeye bağlı olunmaması gerektiğini defalarca vurguluyor.

Başlarda çok merak ettiği için sürekli gittiği babasına bir süre sonra gitmekten vazgeçiyor. Eski eşyaların arasında başka bir akrabasının daha olduğunu öğreniyor. Dayısının yanına gidiyor ve yanında hayatının boşluğunu dolduracak, onu gerçekten etkileyen şeyi buluyor. Belki de tüm sorularının cevabını kitabın başında buluyor. Babasına ne mi oldu? Birkaç kere kızıyla konuşmaya çalışmasına rağmen kızı onunla görüşmüyor. Daha sonra ise intihar haberi geliyor. Mektubundaysa özgürlük bahanesiyle, sevme ve sevilme korkusundan dolayı her şeyden kaçmasının pişmanlığı yazılı.

"Çocuklar anne ve babalarıyla gurur duymak isterler ama ne yazık ki anne ve babalar bunun farkına varmazlar. Talihli durumlarda anne ve baba bir evladın nasıl olması gerektiği hakkında bir fikre sahiptirler."... 

İyi aile yoktur; herkes anne ve babasının acılarını ve ona yüklediği travmalarını yaşayarak büyür. Farkındalıklarımız noktasında kendimizi yeniden keşfeder, değiştirir, geliştirir ve köklerimiz ve inançlarımızla hayata tutunuruz. 

İyi okumalar. GÜLAY




4 Kasım 2020 Çarşamba

2020 YAZ KİTABIMIZ (İMKANSIZIN ŞARKISI_Norwegian Wood/ HARUKİ MURAKAMİ)


KİTAP HAKKINDA 

Bir yolculuk sırasında Beatles'ın "Norwegian Wood" adlı parçasını duyan kahramanımız 37 yaşındadır ve bu parça onu Tokyo'da geçirdiği üniversite yıllarına götürecektir. En yakın arkadaşının intihar edişi, geçen zamanın ardından onun kız arkadaşıyla yakınlaşması, araya giren zorunlu ayrılık ve yeni bir kız arkadaş. "İmkânsızın Şarkısı" yalın, çarpıcı ve sıcak bir aşk hikâyesini anlatıyor. Yazarı HARUKİ MURAKAMİ Japon edebiyatının aykırı, ama en çok okunan yazarı. Japon geleneklerinin dışında geliştirdiği üslubuyla adından çok söz ettiren Murakami' yi dünyaya tanıtan roman "İmkânsızın Şarkısı".

1968-1970 yılları arasında geçen olaylar, o günün toplumsal gerçeklerini de satırlara taşıyor. Ama romanın odağında bu toplumsal olaylar değil üçlü bir aşk var. Gençliğin rüzgârıyla hareketlenen "İmkânsızın Şarkısı'nı ölümle erken karşılaşan gençlerin hayatı yönlendiriyor. Hiçbir şeyin önem taşımadığı, amaçsızlığın ağır bastığı, özgür seksin kol gezdiği bir öğrenci hayatı... Ama diğer yanda da yoğun duygular var... İmkânsız aşklar, imkânsız şarkılar söyleten. Hemen hemen her Japon gencinin okuduğu roman anayurdu dışında da çok kişi tarafından sahipleniliyor.

Sayfa Sayısı: 352

Baskı Yılı: 2015

KİTAPTAN ALINTILAR

"Gözlerim kapalı, tanıdık bir kitaba dokunuyor & kokusunu derin derin içime çekiyordum. Bu beni mutlu etmeye yetiyordu."

"İşler iyi de gidebilir, gitmeyebilir de. Ama aşk böyledir. İnsan sevince, kendini bu sevgiye bırakması doğaldır."

“Hiçbir gerçek, bir sevdiğimizi kaybettiğimiz zaman duyduğumuz kederi gideremez. Hiçbir gerçek, hiçbir samimiyet, hiçbir güç, hiçbir nezaket bu acıyı geçiremiyor. Tek yapabileceğimiz şey, üzüntüyü sonuna dek yaşamak ve sonunda bundan bir şey öğrenmek...”

"Lütfen hep yaptığınız gibi olayları gereğinden fazla ciddiye alıp kara kara düşünmeyin. Bizler , yani hem normal olan , hem de normal olmayan insanlar, kusurlu bir dünyada yaşayan kusurlu kişileriz . Banka hesaplarının mekanik doğruluğu ile yaşamıyoruz ya da çizgilerimiz ve açılarımız iletki ve cetvelle ölçülür cinsten değil .haklı değil miyim ?"

"Yüzü kırış kırıştı ve ilk bakışta göze çarpan

tek özelliği, buydu, ama bu kırışıklıklar onu yaşlandırmıyor, tam tersine, yaşla ilgisi olmayan genç bir yönünü vurguluyordu. Yüzüyle tıpatıp uyum sağlamışlardı, sanki doğduğundan beri oradaydılar. Güldüğü zaman, onlar da gülüyor ve sertleştiğinde onlar da sertleşiyordu. Yüzü ne ciddi ne güleç olduğunda da kırışıklıklar, alaycı ve sıcak, yüzünün her yanına dağılıyordu."

"zaman zaman kendimi bir müze bekçisi olarak görüyorum, kimsenin uğramadığı devasa boş bir müze bu; ve bu müzeye kimse için değil, sadece kendim için bekçilik ediyorum."

"Her birimizin nasıl kendimize özgü bir yürüyüş tarzı varsa, her birimizin hissetme, düşünme ve olaylara bakış açısı da kendine özgü. Eğer bunu düzeltmek istersen, bu değişin bir gecede olmuyor ve eğer zorlama olursa başka bir yerden patlak veriyor."

"Bilmiyorum, bazen yüreğimde sert bir kabuk olduğunu düşünüyorum. Hiçbir şey o kabuğun içine giremiyor sanki. Birini gerçekten sevebileceğimden şüphe duyuyorum."

"Yürürken, Naoko bana kuyunun öyküsünü anlatıyordu. Bellek çok garip bir şey. Gerçekten içinde bulunduğum yakından gördüğüm sırada o manzaraya neredeyse hiç dikkat etmemiştim. Beni etkilemekten çok uzaktı, bu yüzden, on sekiz yıl sonra, en ince ayrıntısına dek anımsayacağımı düşünemezdim. Doğruyu söylemek gerekirse, o yıllarda manzaralar beni pek ilgilendirmiyordu zaten. Kendimden ve o sırada yanımda yürüyen çekici genç kızdan başka bir şey düşündüğüm yoktu. Bizi düşünüyordum ve sonra gene kendimi. Gördüğüm, hissettiğim ya da düşündüğüm her şeyin bumerang gibi dönüp dolaşıp bana döndü yaşındaydım. En kötüsü aşıktım da. Ve bu aşk karmaşa doluydu. Bu yüzden manzara aklımdaki en son şeydi."

"İnan bana, ne dediğimi çok iyi biliyorum. Ben emekçi sınıfına mensubum. Devrim olsun olmasın, aynı bok çukurunun içinde hayatını tırnaklarıyla kazıyarak kazanmaya devam edecek olanlardanım. Peki nedir devrim? Sadece belediye meclisindeki kişileri değiştirmek olmadığından bal gibi eminim."

"Sadece ölüler sonsuza dek on yedi yaşında kalıyordu."

"Bana kıvılcımları tükenmekte olan bir ruhun son çırpınışlarını düşündürüyordu. O ışığa destek olup ellerimle korumak isterdim. Tıpkı Jay Gatsby'nin her gece karşı yakadaki o küçük ışığı seyretmesi gibi, ben de uzun süre o küçük, titrek alevi seyrediyorum"

"...Ölüm, kağıt ağırlığının içinde de vardı, bilardo masasının üstünde sıralanmış kırmızı- beyaz dört topun içnde de. Ve hayatımız boyunca onu ince bir toz gibi ciğerlerimize çekip duruyorduk."

YORUMLARIMIZ

"ÖLÜM, YAŞAMIN KARŞITI OLARAK DEĞİL, PARÇASI OLARAK VARDIR."
Postmodern imkansız bir aşk hikayesi okuyoruz.68 döneminin şarkıları fonda çalıyor... Bilindik bir hikaye okur gibiyiz, "bunu daha önce okumuş muydum hissi" uyandırıyor.

Aşk, ölüm, arkadaşlık. Sırası değişebilir ama sonuçlarıhep aynı kalır. Bir gün hepsi biter, herkes gider... 

Romanın erotik tınıları fazla gelebilir. Ama amacımız görmek istediğinizi değil, gerçekten yaşananı görmek ise bu erotik tını sizi rahatsız etmeyecek, hatta içine çekecektir...

Hayatta doğru kadar yanlış, sağlık kadar hastalık, mutluluk kadar da üzüntü ve sıkıntı yok mu?

İntihar, ölüm ve yalnızlık duyguları akıcı, kısa, anlaşılır açık bir dille işlenmiş ve sarsıcı bir son...

Haruki Murakami'nin hayatından kesitlere yer verdiği, şarkılarla desteklediği, aşk ve ölümü birbiriyle bağdaştırdığı harika bir kitap.

Keyifli okumalar, izlemek isterseniz bir de filmi var. /Nigar



13 Eylül 2020 Pazar

2020 YAZ KİTAP LİSTEMİZ






 

2020 HAZİRAN AYI KİTABIMIZ (AÇLIK/ KNUT HAMSUN)


KİTAP HAKKINDA
1890 yılında ilk baskısı yapılmış çok eski bir kitap. Bilinenler arasında ama bilindiği kadar okunanlar arasında olmayabilir. Knut Hamsun'un hayatından bir fragman. Monolog halinde yazılmış ve bilinç akışı tekniğinin ilk örneklerinden psikolojik bir kitap. Kahramanın bir geçmişi ve ismi yok, zor bir durumda uydurduğu Andreas Tangen adıyla aslında bir nevi "hiç kimse". Andreas Tangen, utangaç, ince düşünceli ve onurlu biridir. Açlık, bir çile kitabı, vazgeçmemek uğruna neler yapılabildiğini gösteren bir kitap Kahraman açlığın ete kemiğe bürünmüş hali ve her gün aç olmak için yaşatılıyor. Sefil halde olan bir insanın hayatla ve kendisiyle kavgasını anlatıyor.

KİTAPTAN ALINTILAR
"Bütün ömrüm bir mercimek çorbasına fedadır."

"Gözlerimi açınca, eski alışkanlık , bugün için ümit var mı diye düşünmeye başladım."

"Hem ben hayvanları kafeste görmekten hiç hoşlanmam. Kendilerine bakıldığını bilir bu hayvanlar; onlara bakan yüzlerce gözü hisseder bu hayvanlar; dokunur bu onlara. Ben gözetlendiklerini bilmeyen hayvanlar isterim. Kendi inlerinde gezinen, uykulu yeşil gözlerle uzanıp pençelerim yalayan, düşünen ürkek hayvanlar."

"Uyumak üzere tekrar yattım;ama aslında, yeniden karanlıklara boğulmak içindi bu yatışım..."

..."başkalarından daha namuslu yaşamaya mecbur muydum sanki; sözleşmem mi vardı benim..."

"Boyuna, hep aynı şekilde, şu son zamanlarda halim berbattı benim!
Sonunda, ellerim böyle boş, ortalarda kalışım ne garip! Artık bir
tarağım bile yoktu, dertlendim mi okuyacak bir kitabım bile yok."

"... fazla gururdan ölebilirdi insan."

"Tatlılıkla nasihat etmeye başladım kendime, bir anne gibi. Gitgide yüreğim yufkalaştı, yorgun dermansız ağlamaya başladım. Sessiz sakin, için için bir ağlayıştı bu; gözyaşı akıtmadan gönülden bir hıçkırış."

"Bu gözlerin, hiçbirinde kaygı yoktu, omuzların hiçbirinde yük. Bu şen gönüllerde belki tek üzüntü, tek gizli kahır yoktu. Ve ben genç ve çiçeği burnunda bu insanlarla yan yana yürüyordum, mutluluğun ne olduğunu çoktan unutmuş, içimde bu düşünceyi okşayıp, korkunç bir haksızlığa uğradığım sonucuna varıyordum."

"Güldüm ve ağladım; atlaya sıçraya caddeyi boyladım, durdum, dizime vurdum, sebepsiz gelişigüzel bastım küfürü."

"Gönlümde tek bulut yoktu,tek rahatsızlık duygusu, düşüncelerimin eriştiği ölçüde, gerçekleşmemiş tek arzu veya heves yoktu.Gözlerim açık yatıyor, benliğimden sıyrılmış bir halde, kendimden uzaklarda olmanın sefasını sürüyordum.."

"Uzun zaman aç kalmış bir kimseye sizce ne yedirmek lazım? Hayat memat meselesi."

‘’Sonbahar gelmişti: her şeyin renk değiştirip öleceği nazlı, serin mevsim. Sokaklarda başlamış gürültü beni dışarıya çağırıyordu: Attığım her adımda taban tahtaları esneyen bu boş oda, ıslak ve korkulu bir tabuttu sanki.’’

‘’Belli belirsiz bir duygu, bana şu kaldırım taşları üzerinde yürüyen, sinip küçülen kimsenin ben olmadığımı söylüyordu.’’

‘’Güçbela birkaç kısa cümle yazabildim; sırf ilerleyebilmek için çekiş döğüş zorla ele geçirebildiğim bir düzine çaresiz sözcük!

YORUMLARIMIZ

Küresel bir salgının olduğu dönemde, hayatımızın normal işleyişinin dışına çıkmış, en temel ihtiyaçlarımızı bile sorguladığımız zamanlarda bir de Knut Hamsun’un Açlık romanını okumak biraz güç oldu açıkçası. Dünyanın giderek insanlara yetmeyeceği kıtlık, salgın hastalıklar ve susuzluk yaşanacağına dair çok ciddi uyarılar geliyor. Bizler modern dünyanın çocukları olarak açlık ve kıtlıkla uyarılmak yerine bolluk ve tüketim üzerine yönlendirildik. Her zaman daha fazlasını istememiz gerektiği yönünde telkin edildik. Şimdiyse aç kalabileceğimizi söyleyerek tüketimden vazgeçmemiz söyleniyor. Açlık romanındaki açlık böyle bişey değil tabi ki. Ama yine de açlıkla karşılaştığında insan nasıl bir psikolojide olur diye düşünmeden edilmiyor.

Kitabın etkileyiciliğinin en önemli kısmı, önsözde yazılan bilgilerin ışığında romanda anlatılan kişinin yazarın ta kendisi olduğunu anlıyor olmamız. Öteki türlü biraz abartmamış mı acaba diyebilir insan. Oysa Knut Hamsun gerçekten de yaşamının genelini yoksulluğun ağır koşullarında geçirmiş bir yazar. Zaten yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş bir de üstüne yazar olmayı seçmiş Hamsun. Günümüzde bile hala sanatın karın doyurmadığını düşünürsek 20.yüzyıl başlarında savaşın gölgesinde geçen yıllarda böyle bir seçimin zorluğu anlaşılabilir.

Yaşadığı bu sıkıntıların Tanrıyı ve onun adaletini sorgulamaya yönelttiği bölümde zaman zaman hepimizin bu durumda olabildiğimizi düşündüm. Hangimiz hayatımızın bir döneminde neden ben diye sormadık. Tanrının adaletini sorgulamadık. ‘’Ne diye tasa çekiyordum sanki: ne tıkınacağımı, ne içeceğimi, fani vücut dedikleri bu rezil solucan torbasını hangi çullara bürüyeceğimi düşünerek ne diye tasa çekiyordum?’ Sorusu çok da normal bir varoluşsal soruydu ve cevabını bildiğimi söyleyemem…

Bir gazeteye yazacağı yazıdan alacağı çok cüzi bir parayla günlük açlığını gidermek için çabalarken, kendisinden daha zor durumda olanlara yardım yaparak bizi de vicdan muhasebesi yapmaya yönlendirdiğini düşünüyorum. Aç bir insan hak, adalet ve vicdan sorgulamasına gidebilir mi. Maslowun ihtiyaçlar hiyerarşisine göre bu pek mümkün değil. Tabi ki sözkonusu insan sanatçı duyarlılığına, hassasiyetine sahipse bu olanaklı olabilir. Bu romandaki kadar olmasa da bir çok olanaksızlığa rağmen kendini okumaya ve yazmaya adamış, hayatını yazarak sağlamaya çalışan bir çok aydının olduğunu biliyorum ve saygı duyuyorum. Örneğin kitabın çevirisini yapan Türk şiirinin ölümsüz şairlerinden Behçet Necatigil de dünyaya yoksul bir ailenin çocuğu olarak gelmiş olmasının yanısıra annesini de çok erken yaşta kaybettiğinden ortaokulu yatılı okulda okumak zorunda kalmış. Orada yetersiz beslenme ve bakımsızlık nedeniyle geçirdiği tüberküloz yüzünden eğitimine ara vermek zorunda kalmış. Şairin şair olma yazarın yazar olmak için gerçekten sınıfsal bir nedeni var gibi sanki. Ama bir yandan da hep sanat bir elit tabakanın oyuncağı olarak da görülür nedense..

Açlık romanı beni bayağı çeşitli sorgulamalara götürmüş anlaşılan. Roman okunması geren yapıtlardan biri. Önerilir. / Fatma